Risale-i Nur’dan Musibetleri Okuma Usulü–1

🕒 30.07.2024 19:12 👁️ 263 görüntülenme ❤️ 1 beğeni

Risale-i Nur’dan Musibetleri Okuma Usulü–1
Risale-i Nur’dan Musibetleri Okuma Usulü–1

GİRİŞ
1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE
2. MUSİBETLERLE İLGİLİ TEMEL PRENSİPLER/DÜSTURLAR
2.1. Musibetlerin/Kötülüklerin Güzellikleri Ortaya Çıkarması ve Vucudun/Varlığın Hayır Olması
2.2. Mülk Sahibinin Mülkünde Dilediği Gibi Tasarrufta Bulunması, Allah’ın Kullarına Zulmetmemesi ve Sebeplerin Gözardı Edilmemesi
2.3. Musibetlerin Allah’ın İzniyle/Takdiriyle Gelmesi, Ona Razı Olunması/Kadere Teslimiyet ve Tevekkül
2.4. Allah’ın Her Şeyi Bir Hikmetle Yapması ve Musibetlerin Neticesi İtibariyle Hayır Olması
2.5. İnsanın İmtihan İçin Yaratılmış Olması ve Samimiyetlerinin/Vaadlerinin Ölçülmesi
2.6. İyiliklerin Allah’tan Kötülüklerin İnsanların Nefislerinden Olması
2.7. Asıl Musibetlerin Dine Gelen Musibetler Olması
3. MUSİBETLERİN GAYESİ VE HİKMETLERİ/MASLAHATLARI
3.1. Musibetlerin Allah’ın Esmasının Tecellisi İçin Bir Vesile Olması
3.2. Musibetlerin Kulların Derecesine Göre Verilmesi ve Onların Mertebesini/Kemalatını ve Sabrını Ölçmesi/Yükseltmesi/Artırmas
3.3. Musibetlerin İnsanların Günahlarından Arındırması/Alıkoyması, Mallarının Sadaka ve Musibet Sürecinin de İbadet Hükmünde Olması       
3.4. İnsana Aczini/Fakrını Göstermesi ve Allah’a Sığınmaya/Duaya/Şükre/Hamde/Tevbeye Vesile Olması
3.5. Musibetlerin İnsanlara İbret ve Ders Aldırması, Birer İlahi İkaz ve Azap Olması          
4. MUSİBETZEDELERE TESELLİLER, ÖNERİLER VE TAVSİYELER

GİRİŞ
Yaratan ve yaşatan Allah, ulûhiyeti ve rububiyeti ile evren içinde bir nizam kurmuş, bu düzen içinde de kullarından kendisini tanıyıp, ibadet etmelerini istemiştir.[1] Bu süreçte onları bir kısım imtihanlara tabi tutmuş, imtihan mefhumunun gereği olarak da insanları yeri geldiğinde hayır ve şerle,[2] yeri geldiğinde zorluk, sıkıntı,[3] korku, açlık, can,[4] mal ve evlatlarla,[5] yeri geldiğinde amellerle, samimiyetle, teklifle ve birbirleriyle sınamıştır.[6] Sınanma aracı olarak yaratılan âlemde insanın başına farklı zaman ve zeminlerde kaçınılmaz olarak gelen musibetler, insanları bu olayları anlamaya ve anlamlandırmaya sevk etmiştir.
Kişinin nazarının manzarasını belirlediğini göz önüne aldığımızda olaylara bakış açımız gayet tabiî olayın etkisinde değişikliye yol açacak, musibetler bu durumda izafi olacaktır. Bu nazar ve anlamlandırma Kur’an ve sünnetin rehberliğiyle insan zihninde sağlam bir zemine oturmuş, ilahi birer işaret olan vahyin ibarelerinin yanında, yine ilahi birer ikaz olan ibretler de “sessiz ve sözsüz ilahi birer vaaz”[7] olarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu bakış açısıyla musibetler ayetlerde yer aldığı üzere yeri geldiğinde mü’minleri dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısı,[8] yeri geldiğinde inkârcılara ikaz ve azap,[9] yeri geldiğinde kulun rabbine dua edip yalvarması için bir vesile[10] ve yeri geldiğinde de kulun sabrını ölçmek için bir test aracı olmuştur.[11]
İslam düşünce geleneğinde ve çağdaş dönemde gerek müstakil gerekse metinlerde bağlam gereği musibetleri okuma usulü ile ilgili birçok eser ve çalışma ortaya konmuştur. Seri şeklinde olacak bu çalışmamızda “musibetlere karşı nasıl bir bakış açısına sahip olunmalı?” sorusuna başta ayet ve hadisler olmak üzere spesifik olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatından cevaplar aranacaktır. Bu konuda İslam âlimleri tarafından anılmaya değer farklı görüşler ve örnekler ortaya konulsa da, çalışmanın muhtevası ve sınırları açısından burada Risale-i Nur’lar da musibetleri okuma usulü anlamaya ve aktarılmaya çalışılacaktır. Ayrıca çalışmanın muhtevası içerisinde usullerin yanında musibetlerin hikmetlerine/maslahatlarına da yer verilecek, musibete uğrayan kişilere yapılan teselliler, tavsiyeler ve öneriler aktarılacaktır.
1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Musibet “bir şeyin hedefine ulaşması, isabet etmesi, payına düşmesi” anlamına gelen isâbet mastarından isim olarak türetilmiş bir kavramdır. Istılahta “çoğunlukla insanın iradesi dışında, ansızın başına gelen felaketleri, sıkıntıları, perişanlık halleri” diğer bir tabirle “mal ve can noktasında insanın maruz kaldığı her türlü eksikliği ve noksanlığı” ifade etmektedir.[12]

Musibet kavramıyla benzer olarak Kur’an’da “bela’, imtihan, fitne, be’sâ, darrâ’, azab, hıyz, be’s ve helak” kavramlarına yer verilmiş bu kavramlarla en genel anlamda “insanların başına gelen her türlü kötü durum”lar anlatılmaya çalışılmıştır.[13] Allah tarafından insana isabet eden bu musibetler maddi/dünyevi ve manevi/uhrevi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Dünyevi olarak ifade edilen musibetler kişinin maddi olana ait eksilme, değişme veya kayıpları ifade etmektedir. İnsanın canından eksilmesi (hastalık, ölüm, işkence, zulüm vb.), malından eksilmesi/bozulması/ çalınması/kaybolması (yoksulluk, iflas vb.) gibi durumlar bu kategoride değerlendirilebilir. Dini olarak ifade edilen musibetler ise kalbi, ruhi ve fikri musibet olarak meydana gelen; şirk, küfür ve isyan gibi manevi yöndeki eksiklik veya yoksunluklardır.[14]
Musibet diye görünen kötülüklerin yaratılması Allah tarafından olsa da onların insanların başına gelme nedeni ayetlerin ifadesiyle insanların kendi elleriyle yaptıkları hatalar/günahlar sebebiyledir. Dolayısıyla, çalışmanın muhtevasında da değinileceği üzere insanların başına gelen musibetlerin iki temel sebebi vardır: Birincisi yaratıcıya karşı kendi elleriyle işledikleri günahlar, yaptıkları hatalar, haksızlıklar, zulümler veya yapmadıkları görevler sebebiyle (Hukukullah), ikinci de insanlara karşı olan sorumluluklarını yerine getirmemeleri, onlara yaptıkları haksızlık, haddi aşma sebebiyledir (Hukuk-u İbâd). Neticesi itibariyle kâfirler bu musibetlere maruz kaldıklarında tam müstehak olurken, mücrim olan kullar için bir kefaretü’z-zunub ve gerçek mü’minler için de bir terakki vesilesi olmaktadır.[15]
2. MUSİBETLERLE İLGİLİ TEMEL PRENSİPLER/DÜSTURLAR
2.1. Musibetlerin/Kötülüklerin Güzellikleri Ortaya Çıkarması ve Vucudun/Varlığın Hayır Olması
Risale-i Nur eserlerinde musibetlerle ilgili temel bazı ilkelere yer verilmiş, herhangi bir kötü olay karşısında insanların Kur’an ve sünnet kaynaklı bu prensipleri akla getirmeleri istenmiştir. Bunlardan ilki musibetlerin/kötülüklerin güzellikleri ortaya çıkarması ve vucudun/varlığın hayır olmasıdır.
Risale-i Nur’larda musibetler açıklanırken en temelde bilinmesi gereken şey “musibet” kavramının ontolojik ve kavramsal tahlilidir. Eserde “her şey zıddı ile bilinir” kaidesince insanların musibet olarak gördükleri kötülüklerin aslında “iyiliğin olmama hali” olduğu muhtelif yerlerde vurgulanır.[16]
Hakikatte bunların kâinatta görünen “hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nûr-nâr, imân-küfür” gibi zıtlıkların birbiriyle değişimleri oldukları,[17] güzelliğin çirkinliği, çirkinliğin güzelliği ortaya çıkardığı ifade edilir.[18] Zıt olan şeylerin birbiri ile rekabetinin iyiliğin ve kötülüğün derecesini belirlediği, hidayetin tekâmülüne dalaletin yardım ettiği, imanın tekâmülüne ise küfrün yardım ettiği, küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkacağı aktarılır.[19] Eserlerde bir şeyin zıddının olmaması, başka bir hale geçmemesi veya ortadan kalkmaması o şeyden alınan güzelliğin ve lezzetin etkisini kaybetmesine neden olacağına dikkat çekilirken, ışık için karanlığın, sıcak için soğuğun gerekli olduğunu, açlık olmazsa yemeğin, susuzluk olmazsa suyun, hastalık olmazsa sağlığın zevk ve lezzet vermeyeceği ifade edilir.[20]
Eserlerde musibetler konusunda vurgulanan en temel prensiplerden biri de “ademin/yokluğun şerr-i mahz” (tamamıyla/bütünüyle kötü) olduğudur.[21] Tüm musibet ve kötülüklerden önce en evvelde ademin/yokluğun en büyük kötülük olarak tavsif edilirken, vucudun/varlığın iyiliklerin kaynağı olduğunun alt çizilir.[22] Ayrıca İşâratü’l-İ’câz isimli eserde varlık sahasına çıkmanın büyük bir rahmet, insanın başına gelebilecek en büyük azabın bile yokluktan daha hayırlı olduğuna ve bunun vicdani bir hüküm olduğuna vurgu yapılır.[23]
Risalelerde insanın başına gelen musibetlerde yoklukta kalmayıp, varlığa gelip vücud nimetinin hatırlanması tavsiye edilirken, varlıktan sonra sırasıyla “hayatı, insanlığı, İslâmiyeti ve hidayet” birer nimet olarak nitelendirilir.[24]  Maden olup bitki olmayanların, bitki olup hayvan olmayanların, hayvan olup insan olmayanların herhangi bir hak talebinde bulunamayacağı, belki bulundukları hayat tabakasına karşı yaratıcıya şükür ile mukabele etmeleri gerektiği ifade eder. Bir yerde yokluktan gelen varlıkların Allah’a karşı haklarının olmadığı belirtilirken aksine “daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmeleri gerektiği” söylenir.[25] Bununla beraber insanın bu kadar nimeti hak etmeden elde etmesi ve kendi seçimini kötüye kullanması sonucunda başına gelen musibetlere şikâyet değil, şükür ve sabır ile karşılanması gerektiği noktasında da ikazlar yapılır.[26] Yaratan, yaşatan ve kullarının işlerini tedbir edeni unutup, ülfet ve gaflet haliyle nimeti unutmanın “nankörlük ve küfran-ı nimet” hali olduğu söylenirken, hiç hak edilmemiş ve edilmeyecek nimetler üzerinde insanın hak iddia etmesinin ve şikâyetinin haksızlık olduğu ifade edilir.[27]
Risale-i Nur Metinleri
Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış, kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalâlet, nur-nâr, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet gibi âsarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.
Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette, anâsır-ı esasiyesi bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.
   Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, inayet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esma-i hüsnasına ayine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise, neşv ü nemaya sebeptir. O neşv ü nema ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-i nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı samedaniye suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervah-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.
   İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mecz ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı…[28]
***
Bu makamda diyorsun ki: Kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?
Elcevap: Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Meselâ; vahid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki; soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de: Cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatlar ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.
   Amma, fenâ ve zeval ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektubda gayet kuvvetli ve kat’i bürhanlar ile isbat edilmiş ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nevin icadı dahi hayırdır; o cihette güzeldir. Hem -hattâ- kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.[29]
***
Eğer desen: Birinci Mebhasta isbat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler o hükmü cerh ediyor.
Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedit bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu delildir. Madem adem, şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddit keyfiyatı alıp matlub semeratı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i hayatın nukuş-u esmasını güzelce gösterir. İşte, şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız olur ki, o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebaud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira, tevakkuf , sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hatta en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.[30]
***
“Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i ilâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünkü bir şey devam etse tesirini kaybeder. Hatta ehli hakikat müttefikan diyorlar ki:  اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا   Yani, “Her şey zıddıyla bilinir.”
Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa afiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.
Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ihsas etmek ve her bir nev’i nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit, hadsiz enva-ı nimeti tadacak, tanıyacak derecede, gayet çok cihazat ile insanı teçhiz etmesi gösteriyor ki, elbette sıhhat ve afiyeti verdiği gibi, hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir. Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i ilâhiyeyi hissedip şükreder miydin?” Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gafletle belki sefahete sarf ederdin.”[31]
***
  Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla kat’î bir surette isbat edildiği gibi, musibetlerin, şerlerin, hatta günahların aslı ve mâyesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi hâletler, ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise, vücuttur, vücudu ihsas eder. Vücud ise halis hayırdır, nurdur.
   Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni-i Hakîmin ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve afiyete der ki: “Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane senindir, afiyetle kal.”[32]
***
Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashab-ı keşf ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehasin ve kemalât, vücuda istinad eder ve ona raci olur. Sûreten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve masiyetler ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayesi, ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan sureti zâhirîde müsbet ve vücûdî de görünseler, esası ademdir, nefiydir.
Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in’idamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücud, herhalde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî bir şey, madum bir şeye illet olur.
İşte bu iki kaideye binaendir ki, şeytan-ı ins ve cinnin kâinattaki müthiş âsar-ı tahripkâraneleri ve enva-ı küfür ve dalâlet ve şer ve mehaliki yaptıkları halde zerre miktar icada ve hilkate müdaheleleri olmadığı gibi, mülk-ü ilâhîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar; belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyorlar, yani şerler oluyorlar. Çünkü mehalik ve şer, tahribat nev’inden olduğu için, illetleri, mevcud bir iktidar ve fail bir icad olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademî ile ve bir şartın bozulmasıyla koca bir tahribat olur.”[33]
***
Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe, cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır; ve binnetice, cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza, her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü, küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle, teklif saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.[34]
***
İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır ve akaribiyle münasebettar olduğu gibi, nev-i beşer ile de ciddi ve fıtrî münasebettardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir zaman –küçüklüğümde– hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.
   İşte madem, mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır.
İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, ahirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.[35]
***
“Yirmi Altıncı Sözün hatimelerinde denildiği gibi, nasıl ki mahir bir sanatkâr, kıymettar bir elbiseyi murassa ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi sanat ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o sanatkâra desin: “Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun!”
   Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, her bir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı sanatını göstermek için, her bir şeye hususan zîhayata, duygularla murassa bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmasını gösterir. Her bir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor.  مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ  sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, “Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!
   Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünkü verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.
  Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler; belki vücud-u madeniye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.
   Nebatat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip şekva edemez. Belki, vücud ile beraber, hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.
   Hayvan ise, “Niçin insan olmadım?” diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücud ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hakeza, kıyas et.
   Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın İslâmiyet nimetini buldun; dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hakeza... Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?
   Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekva ederek ağlayıp sızlasın; ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.”[36]
***
“Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta! Şekva bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekva ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekva ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekva edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin.(1) Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.
 
   Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmali şudur ki: Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Ne için o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvaya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve afiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve afiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i ilâhiyeyi tenkid etmek gibi bir hâlet.. maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki,  اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ  sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.”[37]

2.2. Mülk Sahibinin Mülkünde Dilediği Gibi Tasarrufta Bulunması, Allah’ın Kullarına Zulmetmemesi ve Sebeplerin Göz Ardı Edilmemesi
Risalelerde kötülükler ve musibetlerle ilgili bir hakikat olan “canın ve malın Allah’a ait olması şuuru” bireyde temelde oluşması gereken en önemli ilkeler arasındadır. Eserlerde yaratıcıya inanmayıp veya inandığı halde teslim olmayıp can veya mal noktasında bir malikiyet/hâkimiyet iddia edenlere karşı ayetlerden mülhem olarak sık sık şu hatırlatma yapılır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur.”[38] Varlıkların hiçbir yönüyle Vâcibü’l-Vücud’a karşı haklarının olmadığı vücud ve âza ve cihazatın, insanın mülkü olmadığı, onları kendisinin yapmadığı, başka tezgâhlardan satın almadığı bundan dolayı da mülk sahibi olan yaratıcının istediği gibi kullanabileceği izah edilir.[39]
Allah’ın kulları üzerinde dilediği gibi tasarrufundan söz edilirken, zihinlerde tesis edilmesi gereken temel bir şey de yaratıcın bu meşiette şüphesiz mutlak adaletle ve bir sünnetullah çerçevesinde hükmedeceğidir. Kur’an’da “Âdil-i Mutlak olan yaratıcının hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmeyeceği” farklı yerlerde vurgulanır.[40] Risale-i Nur metinlerinde kâinattaki her varlıkta tecelli eden “Adl” ismi müstakil bir başlık olarak ele alınmakla beraber,[41] musibetler yönüyle olaylar karşısında bu isme istinaden Allah’ın zulmetmeyeceği konusunda tam bir teslimiyet söz konusudur. Risale-i Nur eserlerinin satır aralarında imtihan sürecinde insanların farklı şekillerde nimetlendirilmesi ve farklı bilinç eşikleri de göz önüne alınarak “ibtila da eşitlik arama tutarsızlığı”na düşmeden Allah’ın adaletinin farklı şekillerde yansıyacağına dikkat çekilir. Musibetlerde, özellikle beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, görünen sebepler ve kader-i ilahi yönü olmak üzere iki veçhinin olduğu ifade edilirken, beşerin sebeplere bakıp zulmedeceği, kaderin de başka noktalara bakıp adalet edeceğine dikkat çekilir.[42] Zahirine bakıldığında zülüm olarak görünen birçok olayın arka planında ilahi adaletin tecelli ettiği örneklerle açıklanır.[43]
Ayetlere istinaden[44] risalelerde de kâinatta meydana gelen tüm fiillerde sebeplerin hakiki etkisi reddedilirken, “muvahhid”liğe sık sık vurgu yapılır.[45] Bu tevhid bilinci ve yaratıcının faaliyetteki adaletinin yanında bu icraatın sunnetullah/adetullah ve sebepler çerçevesinde olması da ayetlerde mükerreren ifade edilir.[46] Aynı şekilde Risale-i Nur’larda da Kur’an’dan mülhem olarak imtihan meydanı olması nedeniyle sebeplere ve Allah’ın kâinata koyduğu yasalara riayetin de altı çeşitli misaller verilerek çizilir.[47] Sebeplerin yaratılış hikmeti ise eserlerde “teklif sırrının bozulmaması yönü” ve “kötülüklere perde olması yönü” olmak üzere iki şekilde izah edilir. Kâfirlerin yaratıcıyı ve kitabını tasdike mecbur olmaları, Kur’an’da açık bir şekilde medeniyet harikalarından bahsetmemesi ve Allah’ın gözle görünür bir derecede mucizelerini göstermesi gibi örnekler ilk madde ile izah edilmeye çalışılır.[48] Bunun yanında sebeplerin kötülüklere perde olması ise “musibet, bela ve fenalıklardan gelen haksız şekvaların, küsmelerin ve batıl itirazların Âdil-i Mutlak olan Allah’a yönelmemesi, izzet ve münezzehiyeti korumak için konulduğu” şeklinde izahlar yapılır.[49] Allah’ın şeytanı kötülüklere bir perde olarak koyduğu vurgulanırken,[50] Azrail’i ölüme, hastalıkları ve musibetleri de ölüm meleğine bir perde olarak koyduğuna dikkat çekilir.[51]

Risale-i Nur Metinleri
İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir. تَوَكَّلْتُ عَلَى الله der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hadisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.[52]
***
مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فِى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ  sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, “Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!   Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünkü verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.[53]
***
Üçüncü Sualiniz: Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hatta hayvanlara bu zulüm değil mi?
 Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, sanatkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet sanatkârane yaptığı murassa bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.
 Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa, gayet sanatkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptelâ eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni ne için bu mesaibe müptelâ ediyorsun ?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.[54]
***
 DÖRDÜNCÜ DEVA: Ey şekvacı hasta! Senin hakkın şekva değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve aza ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların maliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mahir bir sanatkâr, güzel sanatını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa ve gayet sanatlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika enva-ı sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zata dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?[55]
***
Çünkü, Yirmi İkinci Sözün başında denildiği gibi, herkes, her şeyin hüsn-ü hakikisini göremediği için, zâhirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlik-ı Zülcelâle karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için, zâhirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkid ve şekva o perdelere gidip, Hâlik-ı Kerîm ve Hakîm-i Mutlaka teveccüh etmesin. Nasıl ki, vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş; öyle de, Hazret-i Azrail’i (a.s.) kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden gelen şekvalar Cenâb-ı Hakka teveccüh etmesin. Öyle de, daha ziyade bir kat’iyetle, şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkid Hâlik-ı Zülcelâle teveccüh etmemek için, hikmet-i rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.[56]
***
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamının Mukaddimesinde beyan edildiği gibi, Hazret-i Azrail (a.s.) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenâb-ı Hakka münacat etmiş, demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.”
Bu münacatın sırrına göre, ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyuma gitmemek için Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhirî perdedirler. Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. Fakat hayatın hem zâhirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekut vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan, şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafi olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya, perdesiz olarak, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki, icad ve halk, doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelâlin kudretine bakar. Hatta yağmur bir nev’i hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış, tâ ki her vakt-i hâcette eller dergâh-ı ilâhiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tulûu gibi, bir kanuna tabi olsaydı, o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.[57]
***
Risale-i Nur’daki bütün mizanlar ve muvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak.. belki sünbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler. Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden Beş Meyvesi, meyve-i mirac olarak Otuz Birinci Sözün ahirinde ve Beş Meyvesi, Yirmi Dördüncü Sözün Beşinci Dalında numune olarak yazılmış. “Erkân-ı imaniyenin her birinin ayrı ayrı pek çok, belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i ilâhiyedir.” diye, başta demiştik. Ve Otuz İkinci Sözün ahirindeki muvazenede, imanın saadet-i dâreyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş. İman-ı bi’l-kader rüknünün kıymettar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında, مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ  darb-ı mesel olmuştur. Yani, kadere iman eden gamlardan kurtulur. Risale-i Kader’in ahirinde güzel bir temsil ile iki adamın şahane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş.. hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım; musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve kadere iman etmeyen nasıl yaşayabilir diye, hayret ederdim.
   Melâikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamında şöyle işaret edilmiş ki; Azrail aleyhisselâm Cenab-ı Hakka münacat edip demiş: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler.” Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibadımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin.” Aynen bu perdeler gibi Azrail aleyhisselâmın vazifesi de bir perdedir. Tâ, haksız şekvalar Cenab-ı Hakka gitmesin. Çünkü; ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslâhat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahîm-i Mutlaka gitmemek hikmetiyle Azrail aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ, güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i ilâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti –nazar-ı zâhirîde– görünmesin. Yoksa, hiçbir sebebin hakiki tesiri ve icada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat’i gösterdiğini Risale-i Nur, hadsiz delilleriyle isbat etmiş. Halketmek, icad etmek Ona mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab ellerini çeksinler, tesir-i hakikîden.[58]
***
Meyve’nin meselelerinin tekmil edilmesine meydan vermeyen mânilerin zevali ile inşaallah yine başlanacak ki; birisi, soğuk; birisi, masonların onun kuvvetinden dehşet almalarıdır. Ben, bu musibette, kader-i ilâhi cihetini düşünüyorum. Zahmetim rahmete inkılâb eder.
Evet, Risale-i Kader’de beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebeb var: Biri zâhiridir ki; insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikidir ki; kader-i ilâhi ona göre hükmeder, o aynı hadisede beşer zulmünün altında adalet eder. Meselâ; bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm-ü beşer içinde adalet eder.[59]
***
 Esbab-ı zâhiriyenin vaz’ındaki hikmet ise; izhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zâhiren umur-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette her şey ulvîdir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasibdir.[60]
***
Her şeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var.
Biri: Zâhirî esbaba bakan beşerdir.
Diğeri: Kader-i ilâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazen yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında manevî suale cevaben ihtar edildi.[61]
***
BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir: “Siz kendiniz de dersiniz ki; musibete müstahak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyle ise size karşı muameleme razı olunuz.”
Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i ilâhî isyanımız için musibet verir. Ona rızadâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen, ey melun! Günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek —neûzu billah— İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.
Evet, aynı şeyi —hem musibettir— Allah verir, adalet eder; çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder; çünkü başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki, düşman-ı İslâm aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.[62]
***
Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i ilâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i ilâhiyenin bir nevi tecellisidir…[63]
***
Birden Hatıra Gelen Bir Meseledir.
Her şeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var.
Biri: Zâhirî esbaba bakan beşerdir.
Diğeri: Kader-i ilâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazen yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında manevî suale cevaben ihtar edildi.
Birinci sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?
Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, “Evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın” diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hatta, mütedeyyin de olsa, Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.
İkinci sual: Risale-i Nur’la münasebettar bazı zatlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken, o haktan kısmen mahrumiyete kader-i ilâhî neden müsaade etti?”
Gelen cevap: Şu asırda, öyle acip bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, bilâ kayd ü şart kemal-i hürmet ve itaat lâzım iken ekseriyetle o hakikî hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise, gerçi başka cihetlerde kusurları çok, fakat zafiyetlerine binaen himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından, hürmetlerini peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden, beşerin zalim elleriyle kardeşlerinin kısmen haklarını, muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.
Üçüncü sual: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hadiseler çoktur.
Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtası ile dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebakisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.[64]
***
Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri ve hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakiki tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktiza eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.
Evet, Sultan-ı Ezelînin memurları vardır amma icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nazır müşahidlerdir ki, gördükleri evamir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vazedilmiş birtakım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşer sultanlarının memurları ise sultanların ihtiyaç ve aczlerini def için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah’ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hadiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Haktan şekva ve şikâyetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab vazedilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:
   Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenab-ı Hakka demiş ki:
- Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.
   Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki:
-Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.
   Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahda hakiki olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrail aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nazır ve kudret-i ilâhiyeye bir perdedir.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.[65]
***
İ‘lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar! Cenab-ı Hakkın vücub-u vücud ve vahdetine, kâinatın mürekkebatı ve zerratının elli beş vecihle yaptıkları şehadetlerin bir vechini yazacağım. Şöyle ki:
Eşyanın icadı, ya nefslerine veya esbaba olan isnadı, hayret ve istiğrabı muciptir. Bu da red ve inkârı icab eder. Bu dahi dalâletleri intac eder. Bu ise ıztırabat-ı ruhiye ve teşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vacibü’l-Vücuda iltica etmeye mecbur eder. Zira, her müşkilât Onun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain olur. Bu hakikati şöyle bir muvazene ile izah edeceğim. Şöyle ki: Mevcudatın faili –yani eşyayı vücuda getiren– ya vacib ve vahiddir veyahut da mümkin ve kesirdir. Fail, vacib ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet var. Olsa bile vehmî olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfet ve garabet vehmilikten çıkar; kat’î ve hakiki bir şekilde tahakkuk eder. Çünkü, kusur ve zafiyetten hâlî olmayan esbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi omuzuna kaldıramaz. Ve bir şeyin icadında gayr-i mütenahî esbabın iştiraki lâzımdır. Meselâ: Bal arısı her şeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semavat ve arzın iştirakleri lâzımdır.
Maahaza, kesretin vahidden sudûru, vahidin kesretten sudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır. Meselâ: Bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan sonra yapabilirler.[66]
***
Medar-ı iltibas olmuş beş meseledir:
Birincisi: Tarik-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.
Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve her şey kader-i ilâhî iledir, sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin?”
Hazret-i İsa aleyhisselâm demiş ki:   اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ
Yani, Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: “Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?” diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: “Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?” diye tecrübevarî bir surette Cenab-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubudiyete münafidir. Madem hakikat budur. İnsan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmamalı. Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: - Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galib edecek.
O demiş:
- Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.
İşte o zat, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz-i ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakka ait netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaiflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstad-ı mutlak, mukteda-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı ilâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla anlamış ki; insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.
Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlikınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız![67]
***

[1] Zâriyât 51/56.
[2] A’râf 7/168, 293; Enbiyâ 21/35.
[3] Bakara, 2/177.
[4] Âl-i İmran 3/186; Enfâl 8/28; Teğâbun 64/15; Tevbe 9/120.
[5] Tevbe 9/55, 85.
[6] Mülk 18/2; Kehf 18/7; Mülk 67/2; Hud 11/7; Bakara 2/177; En’am 6/53; Muhammed 47/4.
[7] Mehmet Görmez, İslam’da Zor Zamanlar Bir Okuma Usulü, Otto Yay., 2021, 22, 78.
[8] En’am 6/42; Nursî, Barla Lahikası,  130.
[9] Enbiyâ 21/77; Furkân 25/37; Bakara, 2/65; Mâide 5/60.
[10] Zümer 39/8.
[11] Muhammed 47/31.
[12] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kurʾân (Mansure: Mektebetu’l-Feyyad, 2009), “svb”,  369-370; Mustafa Çağrıcı, “Musibet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2020), 31/255-256; Faruk Özdemir, Kur’an’da Musibetler İnsanın Sorumluluğu ve Sünnetullah, (Ankara: Araştırma Yayınları, 2021),  21; Genç, Kur’an’da Musibet, 6-7.
[13] Bkz. Özdemir, Kur’an’da Musibetler İnsanın Sorumluluğu ve Sünnetullah,  22-28; Kaya, Kur’an’a Göre Musibet ve Sebepleri, 3-13; Kara, “Kur’an ve Sünnette Belâ – Musibet” 34-37; Genç, Kur’an’da Musibet, 7-18.
[14] Karagöz, Kur’an’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,  21-24.
[15] Kaya, Kur’an’a Göre Musibet ve Sebepleri, 44-77; Genç, Kur’an’da Musibet, 61-66; Karagöz, Kur’an’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,  20-24, 46-72. Ahzâb 33/30-32. İlgili rivayetler örnekler için bkz. Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu‘fî el-Buhârî, Sahih, nşr. Mustafa Dîb Buğâ, (Beyrut: Dâru’l-İbn Kesir, 1987.), 5/2138 (No. 5324); Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (Yezîd) et-Tirmizî, Sünen, nşr. Ahmed Muhamed Şâkir, (Beyrut: Dâru’l-İhyâ-i Turâsi’l-Arabî, 1994.), 4/601 (No. 2398).
[16] Said Nursî, Lem’alar (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013), 98-99, 295- 296; Said Nursî, Sözler, (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013), 664. Müslüman filozofların bu konudaki tahlilleri için bkz. Coşkun, İlahi Adalet ve Engelli Bireyler, 151-155.
[17] Nursî, Sözler, 586, 664-665.
[18] Said Nursî, Şualar (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2014), 39. Ayrıca bkz. Nursî, Lem’alar, 96-98.
[19] Said Nursî, İşâratü’l-İ’câz (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2011), 240.
[20] Nursî, Lem’alar,  295-296.
[21] Bkz. Nursî, Lem’alar, 306. Sözler, 586. Şualar, 605.
[22] Bkz. Nursî, Şualar, 95.
[23] Nursî, İşâratü’l-İ’câz, 92. Ayrıca bkz. Nursî, Şualar, 257
[24] Said Nursî, Mektubat (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2012), 383-384.
[25] Nursî, Mektubat, 383-384.
[26] Nursî, Lem’alar, 304.
[27] Nursî, Mektubat, 384. Bu izahın örneği için bkz. Lem’alar,  304. Ayrıca bkz. Nursî, Lem’alar, 293.
[28] Said Nursî, Sözler, 664-665.
[29] Said Nursî, Şualar, 39.
[30] Nursî, Sözler, 586.
[31] Nursî, Lem’alar, 295-296.
[32] Nursî, Lem’alar, 306.
[33] Nursî, Lem’alar, 98.
[34] Said Nursî, İşâratü’l-İ’câz, 240.
[35] Nursî, Şualar, 257.
[36]  Nursî, Mektubat, 383-384.
[37] Nursî, Lem’alar, 304.
[38] Bkz. Nursî, Mektubat, 383. İlgili manayı ifade eden ayetler için bkz. Fetih 48/14; Âl-i İmrân 3/26; Nûr 24/42; Bakara 2/107; Mâide 5/40; Yasin 36/83; Zümer 39/62-63; Şura, 42/49; Câsiye, 45/27; Hadid, 57/2.
[39] Nursî, Mektubat, 63, 383; Sözler, 586; Lem’alar, 293.
[40] Kehf 18/49; Nisâ 4/77; Fussilet 41/46.
[41] Bkz. Nursî, Lem’alar, 523-526.
[42] Nursî, Kastamonu Lahikası, 68, 151-152. Said Nursî, İctima-i Dersler (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2012),  205. Ayrıca bkz. Şualar, 368.
[43] Said Nursî, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013), 354; Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013),  668; Ayrıca bkz. Said Nursî, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013),  68, 149-150. Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2013), 82.
[44] Bakara 2/116-117, 165; En’âm 6/81; Tevbe 9/30; İsra 17/22; Nahl 16/73; Enbiyâ 21/24.
[45] Bkz. Nursî, Sözler,  523; Mesnevi-i Nuriye,  64, 102; Sözler,  367.
[46] İsrâ 17/78; Ahzâb 33/32, 38; Mü’min 40/85.
[47] Mesnevi-i Nuriye,  184. Ayrıntılı örnek ve izahlar için bkz. Nursî, Sözler, 317, 658. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, 278; Sözler, 380; Said Nursî, Muhakemat (İstanbul: Zehra Yayıncılık, 2014),  53. Nursî, Lem’alar,  306.
[48] Bkz. Nursî, Sözler, 324. Musibetlerin hatalarından dolayı zalimlere değil de içlerinde ki masum ve hatasızlara isabet etmesinin hikmetinin izahı için bkz. Enfâl 8/25. Nursî, Sözler, 212. Nursî, Şualar, 40.
[49] Nursî, Sözler, 353. Nursî, Lem’alar,  553.
[50] Nursî, Lem’alar,  109.
[51] Nursî, Şualar, 301; Mesnevi-i Nuriye, 14; Sözler, 353.
[52] Nursî, Sözler, 380.
[53] Nursî, Mektubat, 383.
[54] Nursî, Mektubat, 63.
[55] Nursî, Lem’alar, 293.
[56] Nursî, Lem’alar, 109.
[57] Said Nursî, Lem’alar, 554.
[58] Nursî, Şualar, 301.
[59] Nursî, Şualar, 368.
[60] Nursî, Muhakemat, 53.
[61] Nursî, Kastamonu Lahikası, 68.
[62] Nursî, İctima-i Dersler, 205.
[63] Nursî, Emirdağ Lahikası 354; Tarihçe-i Hayat 668.
[64] Nursî, Kastamonu Lahikası, 68.
[65] Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 14.
[66] Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 102.
[67] Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 184-185.
Paylaş:

Yorum Yap

💬 Yorumlar
Henüz hiç yorum eklenmedi. İlk yorumu siz yapın!

Bu içerik faydalı oldu mu?