İnsan ve toplum var olduğu müddetçe bir takım sosyal hareketlerin olması kaçınılmazdır. Toplumlarda değişim zorunludur. Bu değişimin bir yönü veya dinamiği sosyal hareketlerdir. Toplumların dinamik ve canlı olması bir nevi sosyal hareketlere bağlıdır. Fakat aynı zamanda toplumun bozulması, değer kaybına uğraması da sosyal hareketlere dayanmaktadır. Sosyal hareket, parçası olduğu toplumda ya da grupta değişme meydana getirmek ya da değişmeyi engellemek üzere süreklilik içinde eylemde bulunan bir insan topluluğunu ifade eder.
[1] Bu çerçevede Nur hareketi bir sosyal hareket niteliği taşımaktadır. Fakat aynı zamanda İslami bir harekettir. İslami hareket bir siyasi davranışı bir politik hareketi aşıyor, bir kültürel yenilenme, bir toplumsal hareket mahiyetini taşıyor.
[2] Bununla birlikte İslami hareket Kur’an kaynaklı olmalı, hareket ilkelerini Kur’an’dan almak zorundadır. Bu yönüyle Nur hareketinin bir İslami hareket olduğunu söylemek mümkündür.
20 YY. İslam dünyasına baktığımızda genel anlamda bir gerileme ve çöküntünün yaşanmış olduğunu görmekteyiz. Fakat Bediüzzaman Said Nursi durumu farklı değerlendirmektedir. Muhakemat
[3] adlı eserinde 10. yy. dan 20.yy.’a kadar geçen dönemi İslam Âleminin Orta Çağı olarak değerlendirmektedir. Hâlbuki bu yıllar İslam dünyasının siyasi, ekonomi ve askeri alanda en başarılı olduğu dönemlerdir. O halde neden Said Nursi böyle bir yoruma gitmektedir? Çünkü bir sistemi devamlı kılmak ancak ilim yani bilim ve bilgi sayesinde mümkündür. Diyen, Bediüzzaman bu dönemlerde eleştirel aklın olmadığı, taklitçiliğin hüküm sürdüğü ve gerçek anlamda ilmi bir faaliyetin olmadığı, şerhlerle geçen bir süreç olduğunu bu yüzden, görünüşte parlak ve şaşaalı bir görüntü olmasına rağmen realitede orta çağ Avrupa’sından pek farklı olmadığı bir dönem olarak nitelemektedir. Kısacası fikir ve düşüncenin dondurulduğu yıllardır.
19.yy. sonlarını ve 20.yy. ilk yarısını İslam’ın Asr-ı saadet’i (Hicri 5.yy. kadar) gibi bir şahlanış dönemi olarak görüyor. Fakat bu yıllar görünüşte İslam Âleminin tam bir çöküş ve yıkıntı dönemidir. Böyle olmasına rağmen Said Nursi neye dayanarak bir “diriliş” dönemi olarak nitelendiriyor. Dikkatli bir gözlem ile bakıldığında, görünene takılmadan arka plana inildiğinde asıl görüntü ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de bu yıllar siyasi, ekonomik ve askeri alanda yıkılmanın yıllarıdır. Ama düşünce ve fikir boyutuyla tam tersi bir durum söz konusudur. “Her çağın kendine özgü birtakım problemleri olduğu gibi çağımızın da problemleri vardır. İslam ümmetinin tarihi süreci dikkatle izlenecek olursa görülecektir ki, her fetret döneminde o dönemin manevi hastalıklarına ve yaralarına Kur’an ve Sünnet eczahanesinden reçeteler çıkaran büyük mücedditler, mürşitler ve gönül erleri gelmiştir. Ümmetin en sıkışık olduğu dönemlerde mana âleminin bu yıldız-misal kahramanları birer meşale gibi dalalet ve bidat karanlıklarını dağıtarak, şüphe bulutlarını bertaraf etmeye ve hakikat güneşini göstermeye muvaffak olmuşlar, ümmeti inkıbaz halinden kurtararak ona bast ve inşirah halini bahşetmişlerdir.”
[4] Aynı Asr-ı saadet’de olduğu gibi bu dönemde de İslam Dünyasının her yerinde bir diriliş hareketi başlamış; kimisi tefsire, kimisi hadise, kimisi Kur’an’a yöneltilen eleştirilere cevap vermeye hatta kimisi de silahlı direniş hareketlerine girişmekle yeniden bir tecdid hareketine girişmişlerdir. Örneğin, Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani, Mevdudi, Hasan Elbenna, Seyyid Kutup, Malcom X, Şii Hareketi, Senusi Hareketi, Hatta Kafkas Hareketleri, Bediüzzaman Said Nursi ve adını sayamadığımız birçok hamiyetli şahsiyet bu dönemin bir yeniden diriliş ve canlanma dönemi olduğunu hayatları ve mücadeleleriyle ispatlamışlardır.
“İşte Bediüzzaman Said Nursî de tıpkı kendi selefleri gibi ümmetin hayatında tecdid misyonunu üstlenerek bu nurlu ve aydınlık yolu göstermeye çalışmıştır. Hadiste rivayet edildiği gibi,
“Şüphesiz ki Allah, her yüzyılın başında bu ümmetin dinini tecdid edecek olan bir müceddit gönderir.” Nübüvvet kapısının kapanmasından sonra teceddüd hareketini üstlenen mücedditler, her asrın ihtiyaçlarını ve koşullarını göz önünde tutarak dinin yenilenmesi anlamında veraset-i nübüvvet makamını deruhte etmişlerdir. Dolayısıyla, Said Nursî de tarihi süreç içerisinde bu geleneğin bir devamıdır. İslam tefekkür tarihinin altın zincirinde çağdaş halkayı teşkil eden Bediüzzaman, bu çağın, hayatı süratle kayıp giden evladı için Kur’an ve Sünnetten en kısa ve en selametli bir yolu ve metodu çıkarmıştır. Bu yol, her şeyin herc ü merc olduğu günümüzde, en kısa ve en selametli bir metotla bidat rüzgârlarına ve dalalet hücumlarına karşı çabuk sönmeye maruz kalan taklidî imanı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak ve küfrün hiçbir saldırısı karşısında sarsılmayacak olan tahkiki imana çevirme yoludur. Böylece Kur’an ve Sünnetin ulvi semasından tereşşuh eden bu nur damlaları günümüz müslümanlarının manevi yaralarına şifalı birer merhem ve iksirli birer tılsım olmaktadır.
Böyle bir süreçte, Bediüzzaman Said Nursî, yüz yıla yakın süren hayatı boyunca Batının askeri ve kültürel meydan okuyuşu karşısında İslam dünyasının manevi dinamiklerini Kur’an ve Sünnetin sabitelerinden hareketle ortaya koymaya çalışmış, meydana getirdiği Risale-i Nur Külliyatıyla çağdaş bir İslam düşüncesi ekolü oluşturmuştur. Çağdaş İslam toplumunun inşasında temel harcın iman hakikatleri olduğunu vurgulayan Bediüzzaman Said Nursî, surlarında gedikler açılmış İslam kal’asını yeniden onarmaya çalışmıştır. Bir kuyumcu titizliği içinde çalışan bu mücevherat dükkânının dellâlı, Kur’an ve Sünnetin çağdaş yorumunu bu asrın teferruat içinde boğulmuş ve dünyevî meşgaleler içinde yorgun düşmüş olan insanına bir ab-ı hayat çeşmesi olarak sunmaya gayret etmiştir. Bu tılsımlı ve iksirli çeşmeden içenler Kur’an ve Sünnetin serin gölgesinde hayata yeniden dönmektedirler.”
[5] Said Nursi geçmişin muhakemesini yaparak Kur’an’dan aldığı ilham ve yaklaşımla yeni bir hareket ortaya koymuş, özellikle yeni Said dönemiyle çağın şartlarına da uygun ve sürekli kullanılabilecek bir
Kur’ani hareket metodolojisi ortaya koymuştur. Bunu yaparken sadece fikri olarak değil, hayatıyla da uygulama safhasına geçirmiştir. Tabi ki bu hareketin safhalarını belirtirken hepsini gerçekleştirmesi mümkün olmamıştır. Ama onun deyimiyle en önemli ve en ehemmiyetli olan bölümü gerçekleştirmiş yani hareketin temelini atmıştır. Bu temel iman esaslarıdır. Fakat iman esaslarına dayanma önceki dönem âlimlerinden farklı bir yaklaşımdır. Bediüzzaman’a göre iman, bir dünya görüşüdür. Her şeye ama her şeye imanî bir bakış açısı ile bakmak ve değerlendirmektir. Daha sonraki safhaları zaman süreci içinde meydana geleceğini açıklamış ama Kur’an’ın ilkelerine uymak şartıyla, hareketin hedefine ulaşacağını ifade etmiştir.
“Said Nursi, resmî ideolojinin laiklik temelinde oluşturmaya çalıştığı toplum anlayışına karşı olarak, İslami bir toplum oluşturmaya çalışıyor. Bunu da İslami toplumun alt yapısı olan “iman”dan hareketle yapıyor. İslam toplumunun temelini oluştururken dile de önem veriyor. Çünkü tarihle bağ kuracak olan lehçedir. Said Nursi oluşturmak istediği toplumu tarihe lehçe ile bağlamaktadır. Bu boyutuyla Said Nursi’nin yeni bir hayatı hedeflediği görülmektedir.
[6] Çünkü tarihle bağımızın koparıldığı ilk adım dil ve alfabe değişikliğidir. Bu alandaki değişmeler toplumun tarihi ile olan bağını koparmış veya en azından ciddi olarak zayıflatmıştır. Cumhuriyet tarihimiz bunun için yeterli bir örnektir.
Yukarda ki giriş bölümünde Nur hareketinin oluşturulduğu temel felsefi dinamiklere değinildi. Nur hareketinin müstakil oluşu siyasetle olan ilişkisinde daha somut ve belirgin olarak görülebilir. Ancak birçok şeyin özellikle kavramların anlam kaymasına uğradığı bir dönemde yaşıyoruz. “Cemaat” ve “siyaset” bu tür kavramların başında gelmektedir. Günümüzde siyasi yapılar her şeyi ve herkesi kendi menfaatlerine alet etme gayreti içindedirler. Bu durumdan cemaatler de nasibini almaktadır. Çağımız, her şeyin özellikle toplum ve din tarafından değerli görülen kavramların, politize edildiği bir çağ görünümü vermektedir. Yediden yetmişe insanların çoğu günlük siyasi politikaların ve konuşmaların esiri olmuş durumdadır. Bu durum ne kadar sağlıklıdır? Bediüzzaman Said Nursi, bu konuda;“
Bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i ilâhiyeden ve hikmet-i tamme-i sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malâyani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını serseri ve akıllarını geveze etmişler ve bir hadisin manasındaki “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.” kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.” Demek sureti ile bu konudaki temel yaklaşımını ortaya koymuştur.
(Kastamonu L.s.74-75)
Temelde insanlar, özelde Müslümanlar ve cemaatler siyasetin, siyasi politikaların neresinde ve ne kadar bulunmalıdırlar,ya da bulunmaları zorunlu mudur? Bediüzzaman Said Nursi, bu konuda; “H
er bir adam vatanla, milletle, hükümetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlikhissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hakeza, çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malâyani olan siyaset cereyanlarına feda etmek divaneleik değil de nedir?”demektedir.
(Kastamonu L.s.56)
Temel hipotezimiz, cemaatlerin siyasi politikalardan uzak durmaları ve onlara alet olmamaları yönünde olacaktır. Bununla birlikte tarafsızlığını muhafaza etmek şartı ile siyasi politikaları olumlu veya olumsuz eleştirme görevini de ihmal etmemelidir. Çünkü cemaatler her zaman sivil muhalefetin öncüsü olmuşlardır. Siyasi aşırılıkların önünde bir set görevi görmüşlerdir. Fakat bireysel tavırlar ve bireysel siyasi faaliyetler konumuzun dışındadır. Çünkü temelde her birey sorumluluğu çerçevesinde özgür hareket etme hakkına sahiptir.Bununla birlikte bireyler de kendi uzmanlık alanları ile ilgili veya doğrudan kendisini ilgilendiren siyasi politikalarla ilgilenebilirler. Aksi takdirde akıllarını, kalplerini ve ruhlarını geveze yapmış olurlar. Bediüzzaman Said Nursi, bu konuda;
“Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliği ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malâyâni ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.”şeklinde görüş belirtmiştir.
(Kastamonu L.s.56)
Siyasiler herkesi ve her şeyi kendi ideoloji ve menfaatlerine taraftar yapmak için büyük çaba sarf etmektedirler. Basın yayını ve her türlü kitle iletişim araçlarını, makam, mevki vaatlerini, şöhret vb. argümanları kullanarak kendi siyasi politikalarının hâkim olması için olağanüstü bir çalışma sergilemektedirler. Kullanılan teknik ve takip edilen birçok yöntem insani ve İslami olmaktan uzak olabilmektedir. Bu yüzden de bir Müslüman’ın ve özellikle cemaatlerin çok daha dikkatli olması gerekmektedir. Çünkü cemaatlerin elinde nur vardır. Siyaset topuzu yoktur ve de olmamalıdır.Bediüzzaman Said Nursi, bu konuda;“Muhakkak ki insan son derece zalimdir.” ayetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur. Meyletse “Zulmedenlere meyletmeyin ki, sonra size de ateş dokunur.”(Hud suresi:113)ayetine mazhar olur.
Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inad ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali vuku bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur ki:Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek; ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek; ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir. İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur’an’a, İslâma yardım, belki kendine tabi ve âlet etmekle elini uzatır.
Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak hakkaniyet-i Kur’aniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlik-ı kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’an’a farz ve vaciptir.”şeklinde görüş belirtmiştir.(
B.S.NKastamonu L.s.64-65)
Gerek Türkiye’de gerekse dışarıda ki cemaatlerin dayanak noktaları ciddi tartışmalara yol açacak niteliktedir. Afganistan, ırak ve Suriye vb. örneklerde görüldüğü üzere siyaset “milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvete yani ABD ve Batılı Devletlere dayandıkları görülmektedir. Bu durumda mustakil olması gereken ve İslam’ın siyaset tarz ve ahlakı ile hareket etmesi beklenen cemaatler asli vazifelerini kaybetmiş, iç ve dış güçlerin menfaat vesiyaset çatışmalarına alet olmuşlardır.
Yaşadığımız coğrafyada hem geçmişte hem de günümüzde cemaatlerin büyük çoğunluğunun mevcut siyasi yapılarla sağlıklı bir diyalog geliştiremediğini görmekteyiz. Genelde ya reddiyeci ya da teslimiyetçi bir çizgide hareket edildiği görülmektedir. Bu da cemaatlerin asli fonksiyonlarına ciddi zarar vermektedir. Burada Bediüzzaman’ın uyarısını hatırlamalıyız. “
Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin! “Allah için sevmek, Allah için düşmanlık etmek”
düstur-urahmanî yerine –el-iyazü billâh– “Siyaset için sevmek ve siyaset için düşmanlık etmek” düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.”(
Kastamonu L.s.74-75). Bundan yüzyıl önceki Müslüman camiada ki siyasete bakışın çok da değişmediğini bugün de görmekteyiz. Hala siyasi yapılarla dini özdeşleştiren cemaatlerin ya da anlayışların çoğunlukta olduğu bir zaman diliminde yaşamaktayız. Farklı siyasi düşüncelere sahip olanların aforoz edildiği, dışlandığı ve linç edildiği örnekler çokça görmekteyiz.
Seçim zamanlarında bizzat şahit olduğumuz, geçmişte örneklerini okuduğumuz çok çirkin, Nur hareketinin ruhuna aykırı hareketlerin sergilendiği bir zaman diliminden geçiyoruz. Geçmişte temas ile telebbüsü birbirine karıştıranların, nur talebelerine siyasi parti gömleklerini ve rozetlerini takma cüretkârlığını sergilediklerini bilmekteyiz. Bediüzzaman’ın onlarca uyarılarını dikkate almayanlar nasıl olurda onu takip ettiklerini ifade edebilirler? Aynı tarzın maalesef günümüzde de devam ettiğini bizzat şahit olmaktayız. Seçim öncesi bir tebliğci edası ile siyasi propagandalara katılan cemaat ve camiaları gözlemledik. Destekledikleri siyasi partileri yüceltenler menfaatleri çakıştığında yerine dibine batırmaktan ve en ağır hakaretler yapmaktan da geri kalmadılar. Nur hareketinin böyle ucuz politikalara alet edilmesi bizi ciddi anlamda üzmekte ve endişelendirmektedir.” “Nereye bu gidiş?” ihtar ve hakikatini hiç akıldan çıkarmamak gerekmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin; “Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan, iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan,
bu hakaik-i imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve alet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya alet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar. Hatta sizin bu kardeşiniz –siz de bilirsiniz– bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde siyasete, hayat-ı içtimaiyeye temas etmemek için hükûmete karşı bir tek müracaatım olmadığını ve bu sekiz dokuz aydır, küre-i arzın bu herc ü mercinde bir tek defa ne sual ve ne merak etmek ve ne de anlamak ve ne de medar-ı sohbet etmediğimi, hatta şimdi sulh olmuş mu, harp bitmiş mi, İngiliz ve Alman’dan başka kimler harp ediyor, bilmediğimi biliyorsunuz.”
(Kastamonu L.s.58.)şeklindeki beyanlarını ve ikazlarını nur hareketinin büyüklerine ithaf ediyoruz.
Siyasi yapı ve partilerle diyalog olmalı mıdır? Olmalıysa nasıl ve hangi ölçüde olmalıdır?Bediüzzaman bu konudaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır;
“Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyaset” ile ilgilenebilirler. “Hem de o geniş ve cazibedar siyaset boğuşma dairelerine dikkat eden bazen kapılır. Vazifesini yapamadığı gibi selamet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsını kaybetmese de o ittiham altında kalabilir.” Bu uyarıyı da dikkate alarak, bireysel olarak siyasi partilere üye veya aday olabilir. Fakat mensubu bulunduğu veya yakın olduğu cemaati siyasi emellerine alet etmemeli böyle bir tavır ve düşünce içinde olmamalıdır. Muhalefette bulunan diğer Müslüman ya da insanları da şeytan gibi görmemelidir. “ Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâmda intişarına karşı hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirdleri musalâhakârane vaziyeti almaya mükelleftirler.” (
Kastamonu L.sh.105). Cemaat olarak ise sivil muhalefet tavrını sürdürmeli ve siyasi partilere eşit mesafede bulunmalı, vazifesinin aklın önünü açmak olduğunu yoksa akıllara siyasi ipotek koymak olmadığını unutmamalıdır. Cemaati oluşturan fertlerin de bilinçli olmaları gerekmekte akıllarını peynir ekmekle yememeleri, özgür düşünce haklarının gasp edilerek sözde onlar adına siyasi açıklama ve destek politikalarına karınları tok olmalı ve gerektiğinde itiraz ederek seslerini yükseltmelidirler. Cemaatlerde itaat önemlidir. Ama hak ve hakikat üzere bir itaat olmalı. Yoksa itaat kölelik değildir. Bediüzzaman kendisi de 1945’lerden sonra hükümet, milletvekili, bakanlar ve siyasi partilere uyarı ve tavsiye niteliğinde mektupları olmuştur. Emirdağ Lahikası adlı eserinde bu mektupları bulmak mümkündür.
“Güneş gibi hakikat-ı imaniye ve Kur’aniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikatı cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hadisata, belki kâinata da âlet edemez.”.
(Kastamonu L.s.61.)
Bu mektuplara bakıldığında da Bediüzzaman’ın sivil muhalefet görevini icra ettiği gözlemlenebilir. Hayatı boyunca, son nefesine kadar, Nur hareketinin siyasi akımlar ve kuruluşlar karşısında bağımsız kalmasını sağlamış, Nur hareketinin hiçbir siyasi parti, ideolojiye alet edilmesine izin vermemiş, destekçisi veya övücüsü olmamıştır. Onu takip ettiğini iddia edenlerin Kastamonu ve Emirdağ lahikalarınıaklıselimle bir daha okumaları gerekmektedir.
Ve son söz olarak Bediüzzaman diyor ki;
Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı ammeyi ve umumun, bahusus avam-ı mü’minînin istinadgahları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’an’ın i’cazıyla o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor. (Kastamonu L.s.21)
Bu anlayış ve hareket tarzının bendeleri ve yolcuları olmak dileğiyle...
Not; Risale-i Nur’dan yapılan alıntılarda Zehra Yayıncılığın baskılarından yararlanılmıştır.
Selami YÜKSEL
[1] DURUGÖNÜL, E. Sosyal hareket ders notu. Sh. 1,
[2] GÖLE, N. Yeni Zemin (1993). Sayı 11, sh.34
[3] B.S.N. Muhakemat. 8.Mukaddeme. Zehra yay. İstanbul.
[4]B.S.Nursi. Sözler. Sunuş. Sh.9. Zehra Yay. İstanbul
[5]B.S.Nursi. Sözler. Sunuş. Sh.9. Zehra Yay. İstanbul
[6] MARDİN, Ş. 1994. Bediüzzaman Said Nursi Olayı.Sh. 12, 351. İletişim yay. İstanbul.
Yorum Yap