Menu

Abdurrahman Nursi Anlatımıyla: Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı 

🕒 01.10.2024 21:04 👁️ 68 görüntülenme ❤️ 0 beğeni

Abdurrahman Nursi Anlatımıyla: Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı 

Tarihçe-i Hayat 

Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı 

Müellifi: Abdurrahman 

İstanbul — Necm-i İstikbal Matbaası 

Babıali civarında Ebussuud Caddesinde Numara: 75 

1335 


Bediüzzaman Said-i Kürdî 293 tarihinde Bitlis vilayetine tâbi Hizan kazasının İsparit nahiyesi mülhakatından Nurs karyesinde tevellüd etmiştir. Müşarün-ileyh Mirza namında bir zatın mahdumu olup dokuz yaşlarına kadar aşiyane-i pederde kaldı. O esnada tahsil-i ilimde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah sabavetinde bile şiddet-i muhakemesi biraderinin tahsil-i ilimden ne derece feyizyâb olduğunu tedkike sevk etti. Biraderinin gittikçe tehzib-i ahlak ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Ahval ve etvarındaki tekâmül-ü tedricinden neş’et eden ciddi bir şevk ile tahsili gözüne aldı. Bera-yı tahsil nahiyeleri dahilinde bulunan Tağ karyesine gitti. 

   Müderris Molla Mehmed Emin’in tahtı tedrisinde bulunan mezkûr medresede çok devam edemedi. Zira tabiat-ı fıtriyeleri daima izzet-i nefsini korumak ve hatta ufacık tavr-ı âmirane ile söylenen sözlere tahammül edemiyordu. Binâenaleyh arkadaşlarıyla döğüşerek Molla Mehmet Emin Efendi’nin emri üzerine tekrar Nurs karyesine avdet etti. Mezkûr karyede ayrıca bir medrese olmadığı için ağabeyinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere derslerini hasretti. Demek ki, haftasını biraderinden aldığı bir derslik mütalaasıyla geçiriyordu. Bir müddet sonra Pirmis namındaki karyeye, sonra Hizan şeyhinin yaylasına gitti. Orada dahi bâlâ’da arz olunduğu gibi izzet-i nefsinin hakimiyete tahammül edememesi, emsalleri olup orada tahsilde bulunan dört küçük talebe ile geçinememesine sebep oldu. Ve daima dördü bir olarak kendilerini taciz ediyorlardı. Bunun üzerine mezkûr medresenin sahibi meşayih-i kiramdan Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp izhar-ı acz ile şikâyet etmeyi nefsine yediremediğinden, ber-vech-i zir muhaverede bulunmuştur: 

   Bediüzzaman: “Şeyh Efendi bunlara söyleyiniz. Benimle döğüştükleri vakit dördü bir olmasınlar ikişer ikişer gelsinler.” (Şeyh Efendi sabavetinde ki şu mertliğine hoşlanarak) 

    Şeyh: “Sen benim talebemsin, kimse sana karışmaz.” buyurdular. Ve son zamana kadar Şeyh talebesi diye yâd olunmaktaydı. Bir müddet kaldıktan sonra ağabeyi ile Nurşin namındaki karyeye geldi. Yaz olmak münasebetiyle mezkûr karye ahalisiyle talebeler “Şeyhan” nam yaylaya gittiler. Yaylada iken biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş, Taği müderrisi Molla Mehmed Emin Efendi de: “Ne için biraderinin emrinden çıkıyorsun?” diye işe karışırken, bulundukları medrese Seyda lakabıyla meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olmak hasebiyle hocasına şu yolda beyanâtta bulunmuştur: “Efendim! Şu tekyede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi bir talebesiniz. Şu hâlde burada hocalık hakkınız yoktur” diyerek, gündüzün bile herkesin güç geçebileceği cesim bir ormandan geceleyin giderek Nurşin’e geldi. Bir müddet sonra “Koğâk” nam karyeye geldi. 

   Kürdistan’da medrese teşkilatı: İcaze almış bir âlim istediği köyde hasbeten-lillah bir medrese açar ve bu medresenin mefruşat ve mahrukatı hoca efendinin gücü yeterse kendisi, olmadığı takdirde köylü tarafından verilir. Hoca tedrisatı meccanen yaptığı gibi, köylü dahi talebenin yemeklerini üzerlerine alırlar, yani her talebe bir köylünün evinden yemek alır. Yemeği ise, ailenin yediği yemekten günde üç defadır. Yahut doğrudan doğruya yemek dahi sahib-i medrese tarafından verilir. Her iki surette şu yemeğe Kürdçe “Râtıb” derler. Talebeler senede bir defa zekât toplamak için civar köylere giderler. Şu zekâttan elbise, harçlıklarını temin ederler. Molla Said kat’iyen ne zekât almaya ve ne de râtıb getirmeye gitmemiştir. Âdeta râtıb getirmek kendilerince başkalarına arz-ı iftikar etmek derecesinde olup, bundan dolayı zekâta da arz-ı ihtiyaç etmemiştir. Hatta arkadaşları zekât toplamaya gittikleri halde kendileri tenezzül etmediklerinden, mütehassis bulunan köylüler aralarında bir iane toplayarak arkadaşlarının aldıkları zekâttan fazla harçlık ihda etmişler; başkasının eser-i minneti olan parayı nezdinde taşımamak için biraderi Molla Abdullah Efendi’ye vermişlerdir. 

 Latife 

    Köylülerin ihda ettikleri parayı biraderine verince, ber-vech-i zir muhavere-i latifede bulunmuşlardır:  

Bediüzzaman: Şu paralarımla bana bir tüfenk alınız! 

Molla Abdullah: Hayır, olmaz. 

Bediüzzaman: Öyle ise, bir Rovelver alınız! 

Molla Abdullah: Hayır, olmaz: 

Bediüzzaman: Madem ki olmaz, bir hançer alınız! 

Molla Abdullah:O da olmaz. Yalnız size biraz üzüm alırım, işi tatlıya bağlarım demişlerdir. 

   Şu medresede bir müddet kaldıktan sonra kendileri yalnız olarak Siirt’e gitti. O esnada dimağına tesir eden kandan dolayı cinnet-i muvakkataya maruz kaldı. Talebeler ise, meşayihten Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin halifesi bulunan Şeyh Abdulkahhar Efendi’nin nezdine götürdüler. Şu esnada kendilerinin tasviratı ber-vech-i zir’dir: 

 (Sanki, mütevaffa Seyda Hazretlerini müşahede ediyor.) 

Seyda — “Said! Buraya geliniz, sizi sağ edeyim.” buyururlar. 

Bediüzzaman, öyle ise ben yüksek bir mevkiye çıkarsam uçarak Şeyda Hazretlerine ulaşırım diye düşünür ve arkadaşlarının ellerinden kurtularak gider. Nihayet bir mezarlığa tesadüf edince kendilerini takip eden talebeler arkadan tutarlar. Tasavvuratınca, ölüler kıyam etmiş de tutuyorlar. Hemen elini hançerine atarak: “Ölüler! Beni bırakınız, sizi öldüreceğim” der demez, talebeler kucaklayıp Şeyh Abdulkahhar Hazretlerine götürürler. 

Bediüzzaman: (Şeyh Hazretlerine hitaben) “Beni sağ edersen et, etmezsen niçin size şeyh derler.” der ve merdivenden dama çıkarken o esnada burnundan seyelan eden kan kendilerinin şifayâb olmasına sebep olur. Oradan kalkarak meş’ayih-i âzam mevkii bulunan Gayda kasabasına gelir. Orada, dâhi arkadaşı Molla Muhammed Efendi ile döğüşerek, Molla Muhammed’in hançer çekmesi üzerine gözüne iliştiği baltaya sarılır. O sırada diğer bir talebe başından yaralı düşünce, medrese hayatını terkle pederleri nezdine gelir. Ve pederlerine: “Ben artık büyümedikçe okumaya gitmem. Zira talebeler bütün benden büyüktürler. Onlara gücüm yetinceye kadar evde kalırım” der. Ve o kış ilkbahara kadar evde kalır. O sırada zir’deki rüyayı, görür.  

Rü’ya  

  Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden ba’s olunmuş. Bu sırada Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin ne vecihle ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsünün başına giderek durmak zihinlerine gelir. Çünkü herkes oradan geçer. Ben de orada bekleyeceğim.  

 Hemen oraya gider, bütün peygamberân-i izam hazarâtını birer birer ziyaretle Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerini de ziyarete mazhar olunca uyanır. Artık bu rü’yasında gördükleri feyz tahsil-i ilim için büyük bir şevk uyandırır. Pederlerinden tahsil etmek için mezuniyet istirham eder. Ve bera-yı tahsil “Arvâsi” karyesine gider. Mezkûr karyede icra-i tedris eden meşhur Molla Mehmed Emin Efendi kendilerine ders vermeye tenezzül etmediğinden talebelerinden başkasına okutmasını tavsiye edince, izzet-i nefsine ağır geldi. 

   Müma-ileyh meşhur Molla Mehmed Emin Efendi cami-i şerif içinde ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek “öyle değil!’’ hitabında bulunmaya cesaret edip, okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir müddet kaldıktan sonra “Müküs” mülahakatından Mir Hüseyin Veli Medresesine gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet vermemek o medresenin âdetinden olduğunu anlayınca, izzet-i nefsinden neş’et eden ulüvv-ü himmetle kendini aşağı göstermemek için sıra-i tahsil dahilinde okuması icab eden yedi kitabı terk ederek sekizinci kitaptan okuduğunu izhar etti. Ve birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de orada bir ay kadar tebdil-i hava için ikamet etti. Bilahare Molla Muhammed isminde bir zat refakatinde Bayezıt’a hareket eyledi. İşte hakikî tahsilinin başlangıcı bu tarihten itibar olunur. 

    Bediüzzaman, hakikî ve ciddi tahsilinin başlangıcı Erzurum vilayetine tabi Bayezıt kasabasında Şeyh Muhammed Celâli Hazretlerinin nezdinde başlamış ve orada bu tahsil üç ay kadar devam etmiş ise de pek garibtir. Zira Kürdistan usül-ü tedrisiyle Molla Câmi’den nihayete kadar ikmal-i nusah etti. Ve buna da her kitabtan bir veya iki ders nihayet, on ders kadar tederrüs, mütebakisini terk ile diğer kitaba başladı. Böyle okuduğu kitabı bitirmeden başka kitaba başlamasına Hocası Şeyh Muhammed Celâli Hazretleri hoşlanmadı. Bir gün niçin böyle yaptığını sual buyurdu. Molla Said cevâbında: “Bu kadar kitabın okuyup anlamasına muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur. Anahtarı sizdedir. Yalnız sizden bu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermek istirhamındayım. Yani; bu kitapların neden bahs ettiklerini anlayayım da bilahare tab’ıma muvafık olanlara çalışırım” demiştir. Maksadları ise esasen kendilerinde fıtri mevcut bulunan icad ve teceddüd fikrini medaris usulünde de göstermek ve bir tecdid ve garabet vücuda getirmek olup bunca havâşi ve şuruhla izaa-i vakt etmemekti. Bu suretle ale’l-usül yirmi senede tahsili lazım gelen ulum ve fünunu üç ay da tahsil ve ikmal-i nusah etmiştir. Bunun üzerine, hocalarının, “Hangi ilim tab’ına muvafık olduğu” sualine cevaben, “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum; ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum.” dedi. Ve herhangi bir kitabı eline alırsa anlar, yirmidört saat zarfında “Cem’ul Cevami’, Şerhu’l-Mevakıf, İbnü’l-Hacer” gibi kitabların iki yüz yirmi sahifesini kendi kendine -bilmek şartıyla- mütalaa ederdi. Artık vaktini şöylece geçirmeye başladı. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zahirî ile hiç alakadar görünmezdi. Herhangi ilme sorulan suale bila-tereddüt derhal cevap verirdi. 

       O Zamandaki Hâyatları Şöylece Tasvir Olunur 

     Evvela: Hükema-i İşrakiyyun mesleklerine süluk ederek zühd ve riyazete başladı. Fakat Hükema-i İşrakiyyun tedric-i kanuni mucibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı. Bu ise, tedrice riayet etmeyerek birdenbire riyazete daldı; lahza, vücut tahammül edemiyerek zaif düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Şu hareketleri, evvelen, ulema-i İşrakiyun’un riyazetin keşaiş-i fikre hizmet ettiği nazariyesi üzerine onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu. 

   Saniyen: İmam-ı Gazali Hazretlerinin İhyâ-i Ulûm’undâ tasavvuf nokta-i nazarında دَعْ مَا يُر۪يبُكَ اِلٰى مَا لَا يُر۪يبُكَ (Şüpheli şeyleri bırak, şüphesiz olana bak.) kaidesine ittibaen ekmeği bile bir zaman terk ve otla idareye koyuldu. 

     Salisen: Nadir konuşur. 

    Kürdlerin edib-i dâhilerinden Molla Ahmed-i Hani Hazretlerinin gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetlerine kapanır. Bazen geceleyin orada kalırdı. Bundan dolayı ahali ‘‘Bu, Ahmed-i Hani Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur.’’ Ve bu hali müşarun-ileyhin kerametlerine haml ederlerdi. Bu vakitlerde kendisi 13-14 yaşlarında idi. 

  Kendileri bu anlayışın hakikate ve sair ulemânın anlayışına göre muvafık olup olmadığında mütereddid idi. Bunun için Kürd ulemâsından mümtaz simalarla mülakat ve şüphelerini izale için teberrüken bir iki ders tederrüs etmeye karar verdi. Ve Bağdad’a ziyaret kasdıyla hocasından me’zuniyet istihsal etti. Derviş kıyafetine girdi, omuzlarına bir posteki atarak caddeleri takip etmeden dağlarda, ormanlarda, gece dolaşa Bağdad’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin tekyesine giderek iki gün kadar derslerinde bulundu: Şeyh Efendi kendilerine derviş kisvesini atarak kisve-i ilmiyeye girmesini teklifle cübbe ve sarık ihdâ buyurdu.1) 

   Bu teklife cevaben, “Ben henüz sinn-i bulûğa vâsıl olmadığımdan muhterem bir müdderis kıyafeti kendime yakıştıramam. Ve ben bir çocuk iken nasıl hoca olabilirim!” diye teklifini red etmiştir. Kendilerine verilen cübbe ile sarığı cami’in bir köşesine vaz’ ile Şirvan’da terk ettiği biraderinin nezdine gitti. Ve orada büyük kardeşi ile ilk görüşte aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti: 

   Molla Abdullah: Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz? 

   Bediüzzaman: Ben seksen kitap okudum. 

    M: Ne demek? 

   B: İkmal-i nusah ettim. Ve sıranıza dahil olmayan birçok kitapları da okudum. 

   M: Öyleyse seni imtihan edeyim. 

   B: Hazırım, ne sorarsanız buyurunuz. 

Molla Abdullah biraderini imtihan eder, kifayet-i ilmiyesini bittakdir sekiz dokuz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstâd kabul etti. Ve talebelerden gizli olarak kendilerinden ders almaya başladı. Ve bittabi birkaç ay evvel kendilerine okutturduğu kardeşinin şimdi üstadı olduğunu talebeye sezdirmiyordu. Nihayet talebeler Molla Abdullah’ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan gizli görünce taaccüb edip bilahare sormuşlarsa da cevabında, “Nazar değmemek için ben ona ders veriyorum” demişler ve talebelerini aldatmışlardı. Bir müddet kaldıktan sonra Siirt kasabasına gider. Ve orada bulunan Molla Fethullah Efendi’nin medresesine gider. 

   Molla Fethullah: (Molla Said’e) Geçen sene Suyuti okuyordunuz, bu sene Molla Cami’yi okuyorsunuz? 

   Bediüzzaman: Evet Cami’yi bitirdim.    

  Molla Fethullah herhangi kitabı soruyorsa “bitirdim” cevabını alınca tahayyür etti. Ve kendilerine (Molla Fethullah), “Hey deli! Geçen sene deli idin, acaba bu sene de mi deli oldun?’’ 

   Bediüzzaman: İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikati ketm edebilir. Fakat babadan daha muhterem üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şeyi söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitaplardan beni imtihan et.     

 Molla Fethullah herhangi kitaptan sordu ise cevabını güzelce verdi. Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Sûran namındaki zat kendilerinden ders almaya başladı. 

Molla Fethullah: “Pekâla zekâda hârikasınız fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Haririye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?” diye kitabı uzatır. Molla Said kitabı alarak bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu.  

 Molla Fethullah: Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir adamda tecemmuu nadir olmakla, şimdiye kadar iki adamda gördüm. Biri sizde diğeri Molla Halid-i Olekî’den.     

  Bediüzzaman, orada iken “Cem’ul-Cevami” kitabını günde bir iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyleyerek kitabın üzerine yazmıştır. 

قَدْ جَمَعَ ف۪ي حِفْظِه۪ جَمْعَ الْجَوَامِعِ جَم۪يعَهُ ف۪ي جُمْعَةٍ  

(Cem’ul-Cavami adlı kitabın hepsini bir Cumada [yani bir haftada] ezberledi) 

  Bu hal Siirt’te şüyu’ bulmuş ve Molla Fethullah Siirt ulemâsına, “Bizim medreseye gayet genç bir talebe gelmiş, her ne sual ettimse bila-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına, ilmine, fazlına mütehhayyir kaldım.” diye pek çok medheder. Bunun üzerine ulemâlar bir yerde toplanarak Bediüzzaman’ı davet ederler. İntihab ettikleri bütün suallerine bila-tereddüt cevab verir. Ve cevap verirken Molla Fethullah’in yüzüne bakıyordu, sanki kitaba bakmış gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören Siirt ulemâları harikulade olduğuna hükmedip faziletlerini takdir ve senada bulundular. 

    Bu hal, etrafa şuyu’ bularak ahali kendilerine bir veliyullah derecesinde ihtiram eder. Ve o nazarda bakıyorlardı. Bu vaziyet ikinci derecede bulunan bir takım ulemâ ve talebelerin saika-yı rekabetle gayzlarını artırdı. Ve buna tahammül edemiyerek bir teşebbüste bulundular ki: “Şeyh Nakkaş Camiine davet edip mücadeleye girişiriz. Kendisini ilzam edince ne a’lâ, olmadığı takdirde beraberimize birer değnek alıp iyi bir dayak atarız.” diye herkes kitabını ve bir de değnek alarak mezkûr camiye giderler. Bediüzzaman’ı davet edince, mes’elenin vehametini anlayarak, bir adamdan bir hançer emanet alır, doğruca camiye gider. Yanlarındaki sopaları görünce, “Bir şeye mütehayyirim. Kitaplar münazara içindir, sopalar ne için getirilmiştir?” der. Nihayet mücadeleye başlarken ihtilaf döğüşmeye müncer olur. Mes’eleden haberdar olan Siirt ahalisi kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de, Bediüzzaman mesleklerine olan fart-ı muhabetten, muarızları bulunan talebe-i ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Ve bu ihtilali ref’ etmek zamanında herhangi talebeye, “Beni öldürün, ilmin haysiyetini muhafaza edin.” diye yüzünü çevirmiş ise, hiçbir talebe kendisine hançer saplamaya cür’et etmemiş nihayet ihtilaf bertaraf edilmiş. Siirt mutasarrıfı kendisini muhafaza edip talebeleri nefyedeceğini ve kendisinin oraya gitmeyi tebliğ etmeye memur ettiği jandarmaya karşı, “Biz talebeyiz. Birbirimizle döğüşür, barışırız. Binâenaleyh mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışmasını muvafık olmadığından gelmiyeceğim. Ve hata da benimdir.” cevabında bulundu. Jandarmaları red eder. Bu esnada onbeş onaltı yaşlarında bulunuyordu. Lakin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi; hatta “Meşhur” lakabıyla telkîb edildi. Ve Siirt’te kendisiyle mücadele etmek isteyen bilcümle arkadaşlarına hazır bulunduğunu ilan etti. Sorulacak suallere cevap vermeye hazır bulunduğu gibi kimseye sual sormayacağını da beyan ederek bu kararda yirmi sene sebat etti.1)     

   Artık muhalifini mağlub ettiyse de Siirt’ten canı sıkılarak tekrar Bitlis’e avdet etti. 

  Bitlis’te Şeyh Emin Efendi ile Hizan Şeyhlerinin biraz araları açık olduğu için, kendilerini bilmeyen bir takım müridleri Hizan Şeyhleri aleyhinde söz söylemekte idiler. Molla Said bu sözleri işitince, fesadı intâc edecek böyle sözleri, bilhassa gıybet etmek İslamiyet’e yakışmadığını kendilerine ihtar ettikten.. şunlar Molla Said’i Şeyh Emin Efendi’ye şikâyet ederler. Şeyh Efendi ise, ‘‘Henüz çocuk olduğundan kâbil-i hitab değildir.” dedi. Bu söz Molla Said’e tebliğ edildiği anda (zaten bu gibi sözlere fıtraten mütehammil olmadığını evvelce arz etmiştik) hemen Şeyh Emin Efendi’nin huzuruna çıkarak, “Efendim, beni imtihan ediniz; kabil-i hitab olduğumu isbat etmek isterim.” Şeyh Emin Efendi ulum-i mütenevviadan ve en müşkül mes’eleden elli sual tertib ederek sorar. Suallerin umumuna cevap verdikten sonra çıkarak Kureyş Camiine gider, ahaliye vaaz ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir takımı Molla Said’e ve bir takımı da Şeyh Emin Efendi’ye yardım etmek isterler. Bundan dolayı vali bir büyük vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman’ı nefy eder. Bu defa kendileri Şirvan’a gitti. Zaten infirad eden böyle zatların muarızları pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede mağlub düşenler dâima Molla Said’i ahali nazarında düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vakıf olan husamâsı, başka bir kıyafete sokarak ellerine bir sermaye düşürmüşcesine, Molla Said namazı terk etmiştir diye ahali arasında işaa edildi. Hatta kendilerinden soruldu ki: “Niçin herkes bunu böyle söylüyor?” Kendileri: “Evet esassız bir şey alemin içinde çabuk şuyu’ bulmaz. Hata bendedir. Onun için iki cezaya uğradım. Birisi Allah’ın itabı, diğeri nâsın taarruzu. Bunun esası ise, geceleyin âdet ettiğim vird-i şerifi terk ettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikata temas etmişse de tamamını kavramıyarak ismini bilmeyip şu vecihle hatayı tesmiye etmişlerdir.” cevabında bulunmuştur. 

  Şirvan’da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek, “Aman efendim, Siirt’e bir çocuk gelmiş, kendisi ondört onbeş yaşında. Umum ulemâyı ilzam etti. Binaenaleyh şunu ilzam etmek için sizi davete gelmişim” der. Molla Said’de şu davete icabet ederek Siirt’e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler. İki saat yol gittikten sonra şu küçük hocasının evsaf ve kıyafet-i ismini sorar. O adam, “Efendim ismini bilmiyorum. Fakat ilk gelince derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki var idi. Bilahare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemâyı ilzam etti.” Bunu işitince, kendilerinden bahsettiği ve bir sene evvelki vukuatın şimdi civar köylere şüyu’ bulduğuna vakıf olunca meseleyi anlar, tekrar geriye avdet etti.  

   O esnada talebesi bulunan Molla Cehûr’un köylüler tarafından cerh edilmesinden darılarak Siirt’e tabii Tillo kasabasındaki “Hasya” nam türbeye kapandı. Mezkûr türbede hârika olarak Kamus-u Okyanus’u (Babü’s-Sin’e kadar) hıfz eyledi. Ne fikre mebni Kamus’un hıfz ettiği soruldukça, “Kamus her kelimenin kaç mânaya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak her mânaya kaç kelime müstamel olduğunu gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm. Bu heves üzerine hıfz ettim.” cevabında bulundu. Mezkûr kubbeye kapandığı vakit kendisinden biraz küçük biraderi Muhammed yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında bulunan karıncalara yedirerek, kendisi ekmeklerini yemek suyuna batırarak, kanaat ediyordu. Neden dolayı yemek taneleri onlara verdiği soruldukda, “Bunlarda bir hayat-ı içtimaiyeye mâlik ve fevkalâde vazifeşinas ve sâî bulunduklarını müşahede ettiğim için cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum.” cevabında bulunmuştur. Bir gün de Tillo Şeyhlerinden arkadaşı bulunan birkaçı döğüşürler. Dostlarından birisi kendisine yardım etmek için davet eder. Müşarun-ileyh hangi taraf mağlub ise ona muavenet etmekle diğer tarafından meydana atılan kuvvetli bir adamla karşılaşır. Ona nisbetle küçük bulunduğu halde kendisini tutmaya muvaffak olur.  

  O esnada gerek müttefikleri ve gerek muhasım tarafından birbirine atılan taşların ekserine maruz kalır. O kadar müteessir olur ki, bir aya kadar namaz kılarken rukua gitmekte pek muzdarip oluyordu. İkinci defasında dostları tarafından davet edilince, “Kavganız hançerle değil. Taş ile kavga ediyorsunuz. Onun için böyle kavgaya iştirak etmem.” diye red eder. Oradayken bir gece şeyh Abdulkadir-i Geylani Hazretlerini rüyasında görür ve kendisini hitaben: 

  Şeyh Hazretleri: Molla Said! Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz ve kendisini tarik-i hidayete davet ediniz. Ve kendisine yaptığı zulümden vazgeçirin, namaza emir, ma’rufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz!  

  Molla Said şu rüyayı görür görmez hemen tedarikini yaparak Miran aşiretine doğru Tillo’dan hareket eder. Müma-ileyhin çadırına gider kendilerinin orada bulunmadığından biraz istirahattan sonra Mustafa Paşa içeri girer. Bütün hâzirûn kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Kendisinin nazar-ı dikkatini celble aşiret binbaşlarından Fettah Bey’den kim olduğunu sorar. Fettah Bey meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki müma-ileyh ulemâdan fevkalâde müteneffir idi. Şüphesiz bunun da üzerine daha fazla kızdıysa da izhar etmemekteydi. Molla Said’e niçin buraya geldiğini sorunca, cevabında, Molla Said: “Sizi hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkle namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim.” demesinden hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra gider ve Molla Said’e niçin geldiğini tekrar sorar. Molla Said: “Sana söyledim ya onun için gelmişim.”             

    Mustafa Paşa: (Çadırın direğinde asılı bulunan kılınca işaret ederek) Bu pis kılınçla mı? 

 Bediüzzaman: “Kılınç kesmez, el keser” cevabında bulunmuş. (Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeri gider.)  

  Mustafa Paşa: Benim Cezire’de âlimlerim var. Eğer hepsini ilzam ettinse senin dediğini yaparım ve illa seni nehre atarım.  

   Molla Said: Bütün ulemâyı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi beni de nehre atmak sizin haddiniz değildir. Fakat ulemâya cevab verince sizden bir şey isterim, o da bir mavzer tüfengidir ki, şayet sözünde durmaz isen onunla seni öldüreceğim. 

   Bu muhavereden sonra atlarına binerek Cezire’ye giderler. Yolda kat’iyen Molla Said’le konuşmaz.  

 Bani Hanı dedikleri mevkiye gelince yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz etrafında, bütün âlimler kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra hâzirûna çay ikram edilir. Cezire âlimleri ise Molla Said’in şöhretini işittikleri için mebhût bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise, çayı içmekte iken dalgın dalgın karşısında bulunanların bir iki bardak çayını da içer.  

Mustafa Paşa (hocalarına hitaben): “Ben okumuş değilim, fakat Molla Said’in mücadelesinde mağlub olacağınıza şimdi hükmettim. Zira bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde Molla Said kendi bardağını içtikten başka diğer iki üç bardağı da içti.” Bunun üzerine biraz latife ettikten sonra, Molla Said bu âlimlere karşı, “Efendiler! Bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh cevabınıza muntazırım.” der. Hazır hocalar kırka karîb sual sormuşlardır. Umumuna cevap verdikten sonra bir sualin cevabını sehven yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said derhatır eder hemen kendilerinin arkası sıra giderek, “Afvedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız.” cevablarını tashih etmişdir. Ve dediler: “Hakkıyla şimdi bizi ilzam ettiniz.” 

 Sonra onlardan bir kısmı nezdlerinde ders okumaya başlamışlar. Bundan sonra Mustafa Paşa ahdi mucibince kendilerine bir mavzer tüfengi ihda eder. Ve sözlerinden çıkmaz oldular. 

  Molla Said ilimdeki istidadı derecesinde idmanlı ve kuvvetli idi. Bunun üzerine güreş tutmaktan da hoşlanırdı. Bu defa medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile mağlub edemedi.  

   Mustafa Paşa ile bir gün at yarışına çıkarlar, fakat kasdî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş ve tâlimsiz, hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder ve Molla Said’e binmek için verir.  

   Allahualem, attan düşüp zayi olmak istermiş. Onaltı yaşında bulunan müşarun-ileyh serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmasını arzu eder. Ata verdiği istikametten at çıkarak başka bir istikamette koşar. Molla Said ise var kuvvetiyle durdurmak istediyse de muvaffak olmadı. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider. Cezire ağalarından birisinin oğlu yol üstünde iken hayvan iki elini kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpmaya başlar. 

 Nihayet imdadına ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz meyyit suretinde görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitaben, “Hakikate bakılırsa çocuğu Allah öldürmüş. Zahire bakılırsa ât öldürmüş. Sebebe bakılırsa Kel Musto öldürmüş. Çünki bu atı o bana verdi. Durunuz ben gelip çocuğa bakayım ölmüş ise sonra muharebe edelim.” diye attan inerek çocuğu kucaklar, çocukta bir hareket olmadığı görür ve soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gözünü açarak güler. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir kaldılar. Bu vakıa üzerine bir müddet Cezire’de kaldıktan sonra Molla Said talebesi Molla Salih ile bedevi arapların meskeni bulunan Biro’ya gittiler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşa’nın eskisi gibi zulme başladığını işitir. Tekrar onu nasihat eder, tehdit eder. Hatta bir gece öldürmesini tasmim ederek yattığı vakit içeri girer, oğlu uyanır, “Ne geziyorsunuz” sualine cevaben, “Canım incir istedi onun için geldim.” Hemen oğlu kalkıp çokça incir verir. Ve kendilerine “Bu incir de bu defa fidye-i hayatı olsun” diye yerine döner.  

   Bir defa da bir münakaşa arasında Mustafa Paşa’ya “Yine mi başladın, seni öldüreceğim.” Tehdidinde bulunur. Kâtibi ortaya atılır. O sırada Molla Said, Mustafa Paşa’ya çok tahkir eder. Bu tahkire dayanamayarak öldürmek için üzerine hücum eder, Miran ağaları zabt eder. Mavzerini alarak Mustafa Paşa’ya doğrultur. Nihayet Mustafa Paşa’nın oğlu Abdulkerim kendilerine yaklaşarak, “O rafizidir. Kimsenin sözünü dinlemez. Rica ederim buradan şimdilik başka yere teşrif ediniz.” söyler. Müma-ileyhin sözünü kırmayarak yalnız olduğu halde bedevilerin meskeni bulunan Biro çölüne düşer ve bedevi eşkiyalarına tesadüf eder. Bedevilerin silahları mızrak ve Molla Said’in ise silahı mavzer idi. Bunun üzerine eşkiyalara doğru kurşun atmaya başladı. Eşkiyalar da çekildiler yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eşkiyaların çokluğundan tutuldu ve kendilerini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak “Ben bunu Miran aşiretinin içinde gördüm, meşhur bir adamdır.” der, derhal bedeviler çekilerek aff-ı kusur diler ve korkulu olan yerlerde muhafaza olarak Nusaybin’e kadar kendileriyle gelmesini söylerler. Fakat izzet-i nefsi bunların muhafazalıklarına razı olmadığı için yalnız olarak yoluna devam eder. Ve Nusaybin’e ulaşır. Birkaç gün sonra Mardin’e geldi. Evvelce Mardin ulemâları muarazaya kalkıştılarsa da muvaffak olmadılar ve kendilerine üstad olarak kabul ettiler. 

    O esnada Mardin’e gelen iki dervişe tesadüf etti. Bunlardan birisi “Cemaleddin-i Efgani” Hazretlerine mensup olup diğeri “Tarikat-ı Senusîye” mensubininde idi. Bunlar vasıtasıyla hem Cemaleddin-i Efgani’nin mesleğine hem de Senusî tarikatına intisab etti. 

  Mardin’de iken bir gece müsellahan bir yere giderken polis ve jandarma devriyesine tesadüf eder. Bittabii o müsellah olduğundan kendi kendine; kaçarsam beni tutarlar, öyle ise hemen vurup aralarından geçeyim derken devriye ile göğüs göğüse gelir. Bulundukları mevki ise bayır olmakla, polis ile jandarmalar müsademeden ayakları kayarak aşağı doğru yuvarlanırken Molla Said bir sokaktan vurarak mevkiîne gider. Ertesi gün polis kendilerine gelir, o gecede yuvarlanmasından elleri ve yüzü yaralandığını görür, sual edince ahvali anlatır: “Böyle bir adamın bize tesadüf ederek çarpmasıyla biz baş aşağı yuvarlandık, ondan dolayı şöyle yaralandık. Fakat o herhalde cin olmalıdır.” Molla Said ise gülerek, “Herhalde cin olmalıdır, öyle cinler de vardır” dedi. 

  Bediüzzaman Mardin’de siyasetle uğraşmaktaydı ve ilk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle elleri bağlı tahte’l-hıfz Bitlis’e nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti hulul etmiş ve jandarmalara namazı kılmak için ayağını kayıtlardan açılmasını ihtar etmiş ise de mümanaatta bulunmuşlardır. Bunun üzerine ellerini atar, demir kaydı bir mendil gibi açarak onlara gösterir. Muhafızlar bu hali keramet addedip hayretler içinde kaldılar. Molla Said ise muhafızlara tüfenklerinin teslim edilmesini emrederken, jandarmalar teslimiyetle rica ve istirham etmişler. “Biz şimdiye kadar muhafız idik bundan sonra hizmetçiniziz” diye Bitlis’e geldi.(*)1) 

   Bitlis’te iken bir gün kendilerine vali ile bir takım me’murinin işret ettikleri ihbar olunur. Kendileri “madem ki ben nefy olmuşum ve Bitlis gibi bir dâr-ı diyanette hükümeti temsil eden zatın irtikab ettiği bu muameleyi kabul edemem.” diye meclislerini karıştırmaya teşebbüs eder. Üzerine bir rovelver ile bir hançer alarak işretle meşgul bulundukları bir sırada içeri gider. Evvela işret hakkında bir hadis-i şerif okuduktan sonra pek şiddetli söğüp saymaya başladı. Valinin işaret etmesi ihtimal-i nazara alarak bir eli de rovelverinin bulunduğu yerdeydi. Mukabele vukuunda valiye ateş etmek fikrindeydi. Fakat vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zat olduğundan kat’iyyen ses çıkarmaz. Nihayet oradan çıkınca, valinin yaveri “Yahu ne yaptınız? Söylediğiniz idamınıza muciptir.” 

 Bediüzzaman: “İdam hayalime gelmedi, hapis ve nefy zannederdim. Her neyse, bir münkeri ref’ etmek için ölürsem ne zarar var.” cevabında bulunmuş. Oradan avdetinden bir iki saat sonra iki polis vasıtasıyla vali kendilerini istetir. Evvela polisleri vurmak istediyse, bilahare, niçin iki polise kendimi feda edeyim. Hiç olmazsa bir vali ile mübadele olunmalıyım düşüncesiyle valiye gider. İçeri girdiği vakit vali kıyam eder. Ve kendilerine doğru gelir. Kendisini tutacak zannıyle rovelvere el atar. Halbuki vali elini öpmek istiyordu. Nihayet vali kendisine bir yer gösterir, kendisine hitaben: 

  Vali: “Herkesin bir pîri vardır. Sen de benim pîrimsin. Ve yanımda kalacaksın” derler. Bir gün Bitlis Komidan mevkiinde bulunan askerlerin içine girmek için gider. 

  Kışlaya yaklaşınca, “Yasak!” derler. O yasağı işitmeyerek devam eder. Ve aldırmaz. Orada bulunan askerlerden beş kişi bunun başına uçuşurlar. Bu kavgada daima ikisini yere atıyor, diğerleriyle uğraşıyordu. İçinden birisi silaha davranır, silahına el atınca elinden almaya muvaffak olur ve silahı sopa gibi kullanır. Kışladan yirmi asker daha çıkar. Molla Said (bir çar-yek daha) mukabele ederek, pek çok incitirler, yere düşer. O esnada askeri kaymakamlarından birisi gelir. Ne olduğunu sorunca, askerler “Efendim bir eşkiyâdır, tuttuk ve öldürdük.” dediler. Molla Said bunu işitir, hemen ayağa kalkarak: 

   Molla Said: “Askerler! Yalan söylemeyiniz. Ben çabuk ölmem” der. (Kumandan tanır ve askerlere itab eder.) 

  Molla Said: “Askerlere itab etmeyiniz. Zira hata benimdir. Ve hem de askerleri helal ediyorum. Çünkü onlardan hayfımı almışım. Ve hem benim vurduklarım daha çoktur. Yalnız darbelerim umuma dağılmış, onların darbesiyle umum bende toplanmış. Eğer darbelerimin toplandığı farz olunursa onlardan üç dört kat olarak hayfımı almışım. Yalnız mülazımı helal etmem. Zira beni döverken sövüyordu. Ondan vazgeçmem.” der.  

  Bundan sonra yasağa fevkalâde riayet etmeye başlamıştır. Demek ki bir emrin kabul ettirilmesi için böyle bir vukuatın vücudu lazımmış. Ve şu vukuat da kendilerine bir ders-i ibret olmuştur. 

   Molla Said fıtraten bir kanun altında yaşamayı ve harekâtının tahdit olunmasını sevmez. Her halde ve her hareketinde gayet hür ve serbest olmalarını arzu eder. Şu hâlde olmalıdır. Yasakta gördüğü tahdide canı sıkılmıştır. Ve hatta “Benî tahdidat-ı medenîye alıştırmak için daima böyle acib gürültüye ihtiyaç vardır. Ve el’an ben hürriyet serbestiyetimi hiçbir kanunla tahdit ettiremem.” söylemiştir. Bundan neş’et etmelidir ki: İlk İstanbul’a teşriflerinde yine her şeyden müstesna kabul etmişlerdir. 

 Molla Said Bitlis’te iken 16-17 yaşlarında olup henüz sinn-i bulûğa vasıl olmuştu. O zamana kadar bütün malumatı sünuhat kabilinden olmakla, uzun uzadıya mütalaaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bulûğa vasıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı, her neden ise eski sünuhat yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine ulemâ arasında mevkiini muhafaza etmek için her fenne dair bir iki metin hıfz etmek mecburiyetinde kaldı. Bilhassa din-i İslama varid şükuk ve şübehâtı red etmek için “Metali’ ve Mevafık” nam eserler ile ulum-u aliye ( اٰلية ) ve âliyeye ( عالية ) dair kırka kadar metni iki sene zarfında hıfz eyledi. Hatta her gün okumak şartıyla hıfz ettikleri kitapları üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu. 

  Bediüzzaman’ın iki mütezat halleri var idi. Birincisi, fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki, her neyi eline alırsa onu anlamamak kendisine mümkün değildi. İkinci, fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki mütalaa değil konuşmaktan bile hoşlanmazdı. 

  Bu inkişaf fikri genç bulunduğu müddetçe fazla idi. Yirmi yaşını tecavüz edince inkibaz saatleri çok olup inkişaf saatleri az olmaya başladı. Hatta nısf nısfına idi. Bu defa esaretinde tesirine maruz kaldıklarından inkibaz saatleri inkişaf saatlerine daha fazla galebe çalmıştır.Kürdistan ahalisinin Şafiü’l-Mezheb olmalarından dolayı Molla Said, Hanefi kitaplarını mütalaa buyurmamıştı. Ve ulemâya daima Hanefi kitaplarının kolay olduğundan bahsederlerdi. Bir gün Hanefi mezhebine ait bir kitap eline geçer. Okuyunca, bilmediği ve görmediği için evvelce yanlıştır hükmünü verir. Bilahare biraz daha okuyunca anlamaya başlar. 

   Bediüzzaman: “Eyvah! İmam-ı Azam’ın etbaına karşı hilaf-ı edep söyledim. Onun için İmam-ı Azam’ın bir kerameti olarak şu kitabın anlamasında tevakkuf ettim ve bu hataya silleyi yedim” buyurmuştur. 

   “Mirkat” ismindeki mezkûr kitabı haşiye ve şerhi olmaksızın anlamaya ve hıfzetmeye başladı. Bilahare eline geçen şerh ve haşiyesi olan kitaplara müracaatle kendi nokta-i nazarıyla tatbik eder; bütün mes’eleler muvafık olduğu gibi üç kelime haşiyeye tevafuk etmezse de müma-ileyhin bu tevcihleri de ulemânın tahsinine mazhar olarak kabul ederler. 

 Bitlis meşayihlerinden şeyh Muhammed Küfrevi Hazretlerinin kendilerine beddua ettiklerini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarun-ileyhi ziyarete gider. Müşarun-ileyh, Molla Said’e iltifat ederek hatta kendisine zîr’de muharrer dersi teberrüken ezberden verir.  

Ders  

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي قَدَّرَ مَقَاد۪يرَ الْاَشْيَٓاءِ بِقُدْرَتِه۪ وَصَوَّرَ تَصَاو۪يرَ الْاَشْكَالِ بِحِكْمَتِه۪ وَالصَّلٰوةُ عَلٰى مُحَمَّدٍ مُح۪يطِ مَرْكَزِ دَٓاءِرَةِ النُبُوَّةِ وَعَلٰٓى اٰلِه۪ حَب۪يبِ كِسْوَةِ الْفُتُوَّةِ وَالْمُرُوَّةِ مَا دَارَتْ عَلٰى سُطُوحِ الْاَفْلَاكِ النُّجُومُ وَمَا سَارَتْ ف۪ي رَوَايَا الْغَبْرَٓاءِ الْغُيُومُ 

(Kudretiyle eşyanın miktarını tayin eden, hikmetiyle -cisimlere- şekil ve suret veren Allah’a hamd olsun. Yıldızlar yörüngesinde döndüğü ve bulutlar da gökyüzünde gezdiği müddetçe, Nübüvvet dairesinin merkezini kuşatan Hz.Muhammed’e [a.s.m] ve namus ve şecaat sembolü olan sevgili Âl’ine salat olsun.) 

   İşte Bediüzzaman’ın bu zattan okuduğu şu ders son dersidir. Bir gün Molla Said rüyasında Şeyh Muhammed Küfrevi Hazretlerini görür. Kendilerine hitaben, “Molla Said! Gel beni ziyaret et, gideceğim.” demesi üzerine hemen gider, ziyaret eder ve şeyhin uçup gittiği görünce uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir, tekrar yatar. Sabahleyin şeyhin hanesinden matem sadâsının yükseldiğini işitir. Oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin geceleyin saat yedide vefat ettiğini haber verirler. 

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 

(Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz/ Bakara, 2:156)  

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَيْهِ اٰم۪ينَ 

(Allah ona rahmet etsin. Amin) 

Kemal-i mahzuniyetle geri döner. هٰذَا تَاْو۪يلُ رُءْيَايَ (İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş./ Yusuf, 12:100) der.     

   Molla Said, Kürdistan meşayih-i kiramından Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinden Tarikat-i Nakşibendi ve Şeyh Abdurrahman-ı Taği’den meslek ve muhabbeti ve bil-vasıta Şeyh Fehim Hazretlerinden ilmi ve Şeyh Muhammed Küfrevi’den son dersini aldığı için bunları fevkalâde severdi. Ulemâdan Şeyh Emin Efendi ile Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de çok muhabbetleri vardı. Bitlis’te pek çok ulemâ bulunup Van’da mâruf âlim bulunmadığından Vanlı Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gitti. 

  Van’da onbeş sene tedris ve aşâirin irşadı için aralarında seyahatle imrar-ı hayat etti. Van’da bulunduğu müddet vali ve me’mûrîn ile ihtilat ederek asr-ı hazırda yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın din-i İslam hakkındaki şükuk ve şübehatın reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünun tahsiline lüzum görmüştür. Bunun üzerine tarih, coğrafya, riyaziyat, tabakat, mevalid, felsefe ve sair birkaç fenni az bir zamanda elde etti. Ve şu fünun bir hocadan tedris suretiyle elde edildiği zan olunmasın. Mahzen kendi mütalaası sayesinde hakkıyla anlamıştır. 

 Hatta bir gün coğrafya muallimlerinden birisi ile fenn-i mezkurda oldukça vukufu müstelzim bir mübaheseye girişirler. Bu mübahese geç kalınca ikinci güne ta’like karar verirler. Molla Said yirmidört saatte pek mufassal olmayan bir coğrafya kitabını hıfzeder. Ferdası gün Van valisi merhum Tahir Paşa Hazretleri konağında muallim efendiyi coğrafyada ilzam eder. Demek isterim ki müşarun-ileyh yirmidört saatte bir sultanî muallimi derecesinde coğrafyayı elde etmiştir. 

  Ve yine aynı vecihle bir muaraza neticesinde beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzviyeyi elde etti. Ve kimya muallimiyle muarazaya girişir ve bu garabetleri üzerine “Bediüzzaman” lâkabını kazanır. Ve ondan sonra şu lâkabla telkîb olunur. Bediüzzaman kendisine mahsus bir usül-ü tedrisi icad eder. Şöyle ki: Ulum-u diniye ile fünun-u asriyeyi mezc ederek hakaik-i diniyeyi fünun-u müsbete ile te’yid ve teşyid etmek suretiyle talebesinin tenvir-i ezhanına sarf-ı himmet eylerdi. Molla Said, dört şeyde bulunduğu havalinin ulemâsına muhalif bulunuyordu 

     1 - Katiyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. 

     2 - Hiçbir ulemâdan sual sormazdı. Yirmi sene daima mûcib kaldı. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem. Binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmime şüphe edenler var ise sorsunlar onlara cevap vereyim. Şu hâlde sormak şüphe edenlerin hakkıdır.” 

    3 - Nezdinde bulunan talebelerini “râtıb” getirmek ve zekât almaktan men ederdi. Talebelerini kendi iaşe ettiği gibi hasbeten-lillah tedris ederdi. 

    4 - Daima mücerret kalmak, dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemekti. Şimdiye kadar hangi yerde nakl-i mekân olmuşsa bütün mal mülkü bir eliyle kaldırıp götürmüştür.(*) 1) 

---  

   Van’da bulunduğu vakit vali merhum Tahir Paşa Avrupa kitablarını tetebbu ederek kendisine sual tertip eyler ve sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği gibi Türkçe’yi de yeni tekellüm etmekte olduğundan güzel telaffuz etmedikleri halde cevabında tereddüt etmezdi. Bir gün kitabları görünce Tahir Paşa’nın bunlardan sual istihraç ve tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda onları da elde eder. Öteden beri kendisine ilmî bir ehemmiyet verilmiyen Kürdistan’da, Mısır’daki Camiü’l-Ezher’e mukabil Kürdistan’da da Medresetü’z-Zehra isminde bir medrese vücuda getirmesini düşündü. Ve teşebbüsü kuvveden fiile çıkarmak için çalışıyordu. Şüphesiz istibdat her teşebbüs-ü şahsîye mâni olduğu gibi buna da mâni oldu. Bediüzzaman Van’da iken yaz zamanları Başit ve Feraşin, Beytüşşebab nam yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tahir Paşa’ya mezkûr dağların başında Temmuz’da bile buz bulunduğu söyler. Tahir Paşa itiraz eder. Ve Temmuz’da hiç oralarda buz tutmaz iddiasında bulunur. Bir gün Tahir Paşa’ya yaylada iken zîr’deki mektubu yazar. Ve ilk Türkçe yazdıkları mektup şudur. 

  “Ey Paşa! Başit başında buz tuttu. Görmediğiniz şeyi inkâr etme. Her şey senin malumatında münhasır değildir. Senin safsatiyatın her yerde işlemez. Vesselam.” 

    Molla Said daima iki aşiretin arasının bozulduğunu işitince te’lif-i beyn’e gider ve irşad ederek müsalaha ettirirdi. Hatta hükümetin bile te’lif-i beyn’de âciz kaldığı Keravi aşiret reisi Şükrü Ağa ile Miran reisi Mustafa Paşa’yı barıştırdı. Ve Mustafa Paşa’ya, “Daha tevbe etmedin mi?” sualine “Seyda ne söylerseniz sözünüzden çıkmam” demiş. İkisini barıştırmıştır. Ve Mustafa Paşa’nın teberru etmek istediği at ile paraları reddeder ve “Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bahusus sizin gibi zâlimden nasıl para alırım. Ve siz galiba tevbenizi kırdınız. Şu takdirde bu Cezire’ye salimen ulaşmazsınız.” demiştir. Ve hakikaten Cezire’ye yetişmeden yolda öldüğünü sonradan haber aldılar. 

   Bir gün de Van valisi merhum Tahir Paşa ile bir münakaşa-i ilmiyede araları bozulur. Rovelver ile Tahir Paşa’yı vurmak için davranır. Hâzirûn iki tarafı tuttuklarından kalkıp medresesine gelir. Orada kapanır. Talebeleri o sırada evlerine gitmişlerdi. Yalnız dört beş talebesi yanında bulunuyordu. Kapıları kapar, tahassun eder. Kapıya gelenler, bir hile ile kapıyı açmak için muvaffak olurlar. Fakat Molla Said bunlara iki şart koşar. 

   1-“Beni medresemde tutmayınız. Zira medresenin şeref-i haysiyetini ihlal eder. Binaenaleyh çarşıya çıkarım orada beni tutunuz.” 

   2-“Beni silahımla nefy ediniz.” 

    Vali paşa şartlarını kabul ederek Bitlis’e nefyeder. Bitlis valisi ahvale vakıf olduğundan korkusundan oradan da nefyeder. Bu defa kendileri Hizan’a, oradan Bulanık cihetine gider. O cihetin otuz köyün ulemâsını musahabe-yi ilmiyeye davet eder. Günde bir köyde, otuz gün böyle münazara eder. Bunların bütün cevaplarını verdikten sonra Erciş kasabasına gider, oradan İran’a geçip Tahir Paşa’nın aleyhinde bir cemiyet teşkiline karar verir. Tahir Paşa işitince davet eder ve tatyib-i hatır ederek barıştılar. Van’da kaldı. 

   Bediüzzaman Molla Said riyazette harikulade bir sür’at-i intikale mâlikdi. Herhangi bir müşkül mes’ele olsa zihnen hallederdi. Hatta cebir-mukabele ilminde kendi zihninde Kürtçe bir risale yapmıştır. 

    Tahir Paşa nezdinde hesap meselesi münakaşaya mevzu olmuş, hesaba dair hangi mesele mevzubahis olmuşsa, daha başkaları ve en mahir kâtib rakam ile yapamadan Molla Said zihnen çıkarıyor. Pek çok defalar böyle yarışlara girişirdi. Daima da ileri çıkmıştır. Bu defa şöyle bir sual sordular. “Onbeş müslim, onbeş gayr-ı müslim farzedilerek bir bir ardı sıraya dizilince bunlara yapılacak her kurada gayr-ı müslime isabet etmesi matlubtur. Nasıl taksim edilir?” 

    Bu sualine cevaben, “Bunların yüzyirmidört vaziyet-i muhtemelesi vardır.” diye yapar. Hem de der: “Bundan daha müşkili de kendim icad ederim. İkibinbeşyüz vaziyet-i muhtemeliyeye göre de yaparım.” İki saat zarfında maruz elli adet İslamla elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim ederek daima kurayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hatta beşyüz gayr-ı müslim olmak, ikiyüzellibin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes’ele çıkarttı ve Tahir Paşa’ya göstererek bir risale yazdı. (Maateessüf Van’da yanmıştır) “Bilahare bütün küre-i arz buğday taneleri farz edilirse ne kadar eder?” Bunu da halletti. 

    Ve sonra “Adem Aleyhisselam’dan şimdiye kadar kaç (saniyenin onda biri olan) aşire geçmiştir?” Bunu da zihnen ikibuçuk saatte çıkarttı. Ve daha sonra “Bütün küre-i arza yağan yağmurların katreleri matlubtur?” 

    Buna cevaben, (Molla Said): “O değil, fakat bütün küre-i arza bir saniyede bir tabaka düşerse ve beher dört parmak yerde dört katre düşerse (onu) bu tarzdan on sene mütemadiyen yağarsa kalemsiz hesap edebilirim.” söyleyerek üç saatte çıkarttı. Fakat bu ince hesapla kuvve-i müfekkiresine su-i tesir yaparak öyle bir dimağ hastalığına duçar oldu ki üç sene kadar kimse ile zaruret olmadan konuşmaz, hatta talebeleriyle de güç konuşurdu. Üç sene sonra tamamen şifayâb oldu. Zaten yukarıda bahs edildiği gibi Kürdistan’da bir darü’l-fünun makamında kaim olmak üzere Medresetü’z-Zehra’yı vücuda getirmek veyahut Van, Bitlis, Diyarbekir’de darü’l-fünun derecesinde bir medresenin küşadı teşebbüsüyle İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelmesinin, bir de Tahir Paşa’dan işittiği şu, “Sen Kürdistan ulemasını ilzam ediyorsun. Fakat İstanbul’a gidip, o denizdeki büyük balıklara meydan okuyamazsın.” diye tarif etti. Maruzat-ı sabıkadan dahi anlaşıldığı vecihle müşarun-ileyh böyle tariflere tahammül edemezdi. Bundan dolayı idi İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davete ilan etti. Bir de Kürdistan’daki zekâ-i iklîmiye göstererek oradaki ta’mim-i maarif hususunda nazar-ı dikkati celbetmek idi. Yoksa Molla Said kat’iyyen hodfuruşluğu sevmez, İstanbul’daki hadiseler “İki Mekteb-i Musibet’in Şehadetnamesi” nam eserinde beyan edildiğinden bundan sarf-ı nazar edilmiştir. 

   Bediüzzaman hürriyet taraftarı iken, gördükleri haksızlıklardan daima Jön-Türklere muhalefet ederek, “Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundurdunuz. Hilafeti tezyif ettiniz. Neticesi vahim olacaktır.” diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu. Divan-ı Harb’deki kahramanane müdafaan ve Jön-Türklere irad ettiği onbirbuçuk suali âleme malumdur. 

     İstanbul’da; Van, Bitlis, Diyarbekir’de bir medresenin küşadı için her ne kadar çalıştı ise de maatteessüf tevkifhane ile tımarhaneden başka bir neticeye dest-res olamadı. Nihayet Batum tarikiyle Van’a avdet etti. Tiflis’te tesadüf ettiği Rus polislerinin, “Hürriyet sizi parçalayacaktır.” sözlerine mukabil, Bediüzzaman, “Sizi parçalayacak. Ben de Tiflis’te medresemi küşad edeceğim.” Deva’ül-Ye’s nam kitabının zeylinde yazılmıştır. 

    Bu sualine cevaben, “Bunların yüzyirmidört vaziyet-i muhtemelesi vardır.” diye yapar. Hem de der: “Bundan daha müşkili de kendim icad ederim. İkibinbeşyüz vaziyet-i muhtemeliyeye göre de yaparım.” İki saat zarfında maruz elli adet İslamla elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim ederek daima kurayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hatta beşyüz gayr-ı müslim olmak, ikiyüzellibin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes’ele çıkarttı ve Tahir Paşa’ya göstererek bir risale yazdı. (Maateessüf Van’da yanmıştır) “Bilahare bütün küre-i arz buğday taneleri farz edilirse ne kadar eder?” Bunu da halletti. 

   Ve sonra “Adem Aleyhisselam’dan şimdiye kadar kaç (saniyenin onda biri olan) aşire geçmiştir?” Bunu da zihnen ikibuçuk saatte çıkarttı. Ve daha sonra “Bütün küre-i arza yağan yağmurların katreleri matlubtur?” 

   Buna cevaben, (Molla Said): “O değil, fakat bütün küre-i arza bir saniyede bir tabaka düşerse ve beher dört parmak yerde dört katre düşerse (onu) bu tarzdan on sene mütemadiyen yağarsa kalemsiz hesap edebilirim.” söyleyerek üç saatte çıkarttı. Fakat bu ince hesapla kuvve-i müfekkiresine su-i tesir yaparak öyle bir dimağ hastalığına duçar oldu ki üç sene kadar kimse ile zaruret olmadan konuşmaz, hatta talebeleriyle de güç konuşurdu. Üç sene sonra tamamen şifayâb oldu. Zaten yukarıda bahs edildiği gibi Kürdistan’da bir darü’l-fünun makamında kaim olmak üzere Medresetü’z-Zehra’yı vücuda getirmek veyahut Van, Bitlis, Diyarbekir’de darü’l-fünun derecesinde bir medresenin küşadı teşebbüsüyle İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelmesinin, bir de Tahir Paşa’dan işittiği şu, “Sen Kürdistan ulemasını ilzam ediyorsun. Fakat İstanbul’a gidip, o denizdeki büyük balıklara meydan okuyamazsın.” diye tarif etti. Maruzat-ı sabıkadan dahi anlaşıldığı vecihle müşarun-ileyh böyle tariflere tahammül edemezdi. Bundan dolayı idi İstanbul’a gelir gelmez ulemayı münazaraya davete ilan etti. Bir de Kürdistan’daki zekâ-i iklîmiye göstererek oradaki ta’mim-i maarif hususunda nazar-ı dikkati celbetmek idi. Yoksa Molla Said kat’iyyen hodfuruşluğu sevmez, İstanbul’daki hadiseler “İki Mekteb-i Musibet’in Şehadetnamesi” nam eserinde beyan edildiğinden bundan sarf-ı nazar edilmiştir. 

   Bediüzzaman hürriyet taraftarı iken, gördükleri haksızlıklardan daima Jön-Türklere muhalefet ederek, “Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundurdunuz. Hilafeti tezyif ettiniz. Neticesi vahim olacaktır.” diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu. Divan-ı Harb’deki kahramanane müdafaan ve Jön-Türklere irad ettiği onbirbuçuk suali âleme malumdur. 

     İstanbul’da; Van, Bitlis, Diyarbekir’de bir medresenin küşadı için her ne kadar çalıştı ise de maatteessüf tevkifhane ile tımarhaneden başka bir neticeye dest-res olamadı. Nihayet Batum tarikiyle Van’a avdet etti. Tiflis’te tesadüf ettiği Rus polislerinin, “Hürriyet sizi parçalayacaktır.” sözlerine mukabil, Bediüzzaman, “Sizi parçalayacak. Ben de Tiflis’te medresemi küşad edeceğim.” Deva’ül-Ye’s nam kitabının zeylinde yazılmıştır. 

    Van’a muvasalat edince aşairi dolaşarak “içtimaî, medenî, ilmî” derslerle iştigal etmiş. Bu hususta “aşairlere sual ve cevap” namında bir eser vücuda getirmiştir. 

     Hem de dine ve ilme bir hizmet etmek için oradaki ulemâyı toplayarak elindeki parayı da bu hususta sarf eder. Ve hükümetin adem-i müzaheretinden neticesi akim kalır. 

     Bu mes’eleden Van’dan Şam’a sefer eder. Şam’da iken ulemânın ilhahı üzerine Cami’ül-Emevi’de bir nutuk söyler. Ve bunun suretini Hutbetü’ş-Şamiye ismi altında tab etmişlerdir. Sonra Şam’da kalmayarak yine Medresetü’z-Zehra’yı fikri vücuda getirmek için İstanbul’a gelir. “Seyahat-ı şahane” münasebetiyle Rumeli’ye gider ve hatta şimendiferde bir risale vücuda getirerek El-Hutbetü’ş-Şamiye nam eserin zeylinde tab edilmiştir. 

   Oradan avdet ederken Van’a geldi. Milli bir medrese küşad ve tedrisine devamla eski fikrine de takibten geri durmuyordu. Bu defa tali’ ruy-i muvafakat göstererek Van’da Medresetü’z-Zehra namında bir medresenin küşadına “irade-i seniye” şeref-sudur buyurdularsa da seferberlik dolayısıyla medresenin temelinden başka bir şey yapılmıyarak harb-i umumi zuhur etti. 

     Zaten o kış Molla Said daima talebelerine hitaben, “Hazır olunuz. Büyük bir musibet ve felaket bize karışıyor” buyurmuştur. 

   Harb-i umumide mecburiyetle bütün talebesiyle harbe iştirak etti. Ve Parsin cephesinde büyük musibet ve felaketlere uğramış ise de gerek muharebede ve gerek esarette çektikleri mezahimi yazmaya bu harbin aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadılar. Binaenaleyh gayet muhtasaran arz ediyorum. Parsin’den Van’a avdet ederken Van’da ihtilal zuhur etti. Kendileri bu ihtilale karışmayarak medresesinde ikamet ediyordu. Ve daima masumların vikayesine son derece çalışıyor ve çoluk çocuklara dokunmaması için herkesi men ederdi. Bu esnada maatteessüf Van sukut etti. Bunun üzerine talebesiyle medresesinde tahassun edip, müdafaa etmek niyetinde idiler. Valinin fevkalâde itaati üzerine Van’ı terk etti ise de muhacirleri vikaye için Vastan’da muharebe etti. Mezkûr muharebede arkadaşlarımızdan ve üstad-ı muhteremin kâtibi Molla Habib şehid oldu. (Allah rahmet eylesin) Oradan gelen muhacirleri selamete izhar ettikten sonra, lsparit nahiyesine Ermeni çetelerinin taarruzunu işitir. Bu defa vatanına yani esas maskat-ı re’sine giderek fedailere karşı müdafaa eder. Ermenilerin aile ve masum çocuklarını toplayarak, bunlara dokunmak şer’an caiz olmadığından ahaliyi men eder. Ve mezkûr çoluk çocukları Ermeni fedailerine teslim ettirmek için gönderir. Ermeni fedaileri bu halden memnun olarak, “Madem ki siz bizim ailemize dokunmuyorsunuz, biz de muhariblerinizden başka kimseye dokunmayız.” diye cevap gönderdiler. Bu suretle yapılan muharebelerle tekrar, Van’a girmeye muvaffak olurlar. Bu defa Bediüzzaman Van kalesinde tahassun ederek müdafaa etmek için ısrarda bulunursa da Van valisi Cevdet Paşa vaziyet-i sevku’l-ceyşinin fenalığından bahisle ilhah ederek aldırır, Vastan’a gelirler. Oradan Cevdet Paşa ile Bitlis’e giderler. Bitlis’te bulunan beşyüz mütecaviz yetim muhacirin çocukları iaşesini deruhte ile onlarla uğraşır. 

    Erzurum’un sukutu esnasında Muş kasabasının düşman istilasına maruz kaldığı sırada mezkûr kasabada oniki top bulunuyordu. Şu toplar kurtularak Bitlis’e gelirse Bitlis müdafaa vaziyetinde kalabilir. Olmadığı takdirde Bitlis’in tahliyesine mecbur kalınacaktır. Bunun üzerine Bediüzzaman talebesiyle ve üçyüz kişiyle Muş tarafına gider. Mezkûr topları karların üzerinden Bitlis’e getirmesine muvaffak olur. Bitlis haricinde düşmanla müsademe başlayarak Bitlis müdafaa olunur. Molla Said talebeleriyle orduya dahil olur. Ve garaibden olarak üç kurşuna hedef olur. Bunlardan birincisi kalbinin üzerine isabet ederse de tütün tabakasıyla siğara ağızlığını parçaladıktan sonra vücuduna tesir etmez. İkincisi de hançerinin bulunduğu sol kaburgasına gelirse de hançerinin sapını deler ve kendisine zarar dokunmaz. Üçüncüsü, yine sol omuzuna gelir hafifçe bir yara açar. Bitlis’in sukutu gecesi ayağı kırılarak arkadaşı şehit düşüp Bitlis’in içinde suya düşerler. Ve düşmanın ihatasına maruz kalırlar. Düşmanın gelen kuvveti yanı başlarındaki beş nefer Bitlis ahalisini şehid etmeye uğraşırken; baki kalan talebeleri köprünün altındaki gizli bir yere çekilirler. Şu suretle orada sığınırlar. Ve talebelerine, “Arkadaşlar! Durmayınız, sizi helal ettim. Beni bırakınız, siz kendiniz kurtulmaya çalışınız.” demesi üzerine talebeler, “Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz. Şehid olursak yine hizmetinizde olsun.” diye kalırlar. Otuzbeş saat su içinde bu vaziyette bulunur. Bilahare talebelerinden birisi Rus karakoluna gider, Molla Said’in malumatı olmaksızın malumat verir. Ruslar gelip mezkur yerden çıkarırlar. Bilahare Van, Celfa, Tiflis, Koloğrif, Kosturma’ya sevk ederler. Bu yollarda maruz kaldığı tehlikeleri, hatta birkaç defa Rus zabitleri öldürmekle meşru bir intihara kasda kadar varmalarını tafsilatıyla arz etmeye kendileri müsade etmedikleri için muhtasaran yazdım. 

      Mezkûr Kosturma’dan firar suretiyle Petersburg, Varşova’ya gelmeye muvaffak olmuş ve bilahare Viyana tarikıyla İstanbul’a gelerek esaretten tahlis-giribân etmiş. Üstad-ı muhterem bugün İstanbul’da olup malumatı olmadan “Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye” azalığına tayin buyrulmuş ve emr-i vaki karşısında bulundurularak kabule mecbur olmuştur. (El-hâletü hazihi) Mezkur makamda vazife-i diniye ve ilmiye ile meşgul bulunur. 

    Üstad-ı muhteremin tercüme-i hâline ait iş bu satırları gerek ahali ve ulemâdan telakki ettim ve gerek bizzat müşahade-i âcizanem üzerine mufasalan enzar-ı kari’îne arz eyliyorum. Her hususta mübalağadan son derecede tevakki ve hatta tarafgirlik töhmetine maruz olmaktan ihtirazen birçok malumatı ihmal eylediğime kari’în-i kiramı emin olabilirler. 

 

Âsârı 

 1- Muhakemat, Türkçedir. 

2- Reçetetü’l-Ulemâ, Arapçadır. 

3- Reçetetü’l-Avam, Arapçadır. Ve hakkıyla sitayişe şayan eserlerdir. 

4- Talikat, mantıkta bî-nazir bir eserdir. Nazariyat-ı mantıkiyeyi tatbikane takib eder. 

5- Rumûzat, mantıkta a’mal-i zihin için güzel bir eserdir. 

6- İşaratü’l-İ’caz Fi-Mezanni’l-İcaz, bir tefsir-i şerif olup o da sahibine benzer, başka tefsirlere benzemez. Bedi’ ve garibtir. Şimdi mezkûr tefsir-i şeriften bir cüz’ü tab edilmiştir. 

Müşarun-ileyhin veled-i mânevi ve bîraderzâdesi 

Abdurrahman 

  

۞۞۞ 

[Bir Kürd çocuğunun ihtisâsâtı]   

Sevgili Kürdistan’a 

Ah, ey vatan! Ey saha-i gam, kişver-i pür-hûn! 

Ey yavrusunu kaybeden mâder-i mahzun! 

Nefhin beni efsunluyor ey dahme-i ecdad, 

Ruhum müteselli olur ettikçe seni yâd.  

İmana tekâmül veriyor hâk’ki sevmek,  

Ömr-ü ebedidir yoluna canımı sermek.  

O karlı tepende güneş oldukça direhşân,  

Elmas gibi parlar ne güzel servet u saman. 

Yeldâ-yı gamı nur-u hayalinle geçirdim, 

Şimdi ararım fecrini, dîcevri bitirdim. 

Ah! Hep sana gelmek, sana koşmaktı hayalim,  

Lâkin beni kış bağladı, yok şimdi mecalim.   

Kavuşmadan ölsem, cesedim dağlara kalsın,  

Her şâm ve seher yâd ile buy-i vatan olsun.  

Yavrularını istemişsin, hepsi de hazır,  

Kim yollayacak onları, sormaz bile nâzır. 

Onlar yalnız bir nakarat ile öterler, 

Tehcir için tekbiri de zâhir unuturlar. 

Lâkin senin evlatlarının azmi metindir, 

Her azm ve iradetlinin âtisi emindir. 

Çıplakda, yayanda sana doğru geliyorlar, 

Dağlarda o karlarda da ekser dönüyorlar. 

Yoldan çekil ey âh ile çabuk eriyen kar, 

Sen de yıkıl ey fırtına! Ey şems sen ol yâr. 

Âh anne, güzel anne! Şu çocuklara söyle, 

Hâlâ sürecek mi şu nifak ortada böyle. 

Mahmûd Nejâd 

۞۞۞ 

Tarihçe-i Hayat’ın Zeyli 

    Bu dîvânın sahibi amucam Saîd-i Kürdî’nin terceme-i halini muhtasaran müstakil bir risalede yazmıştım. Fakat iki buçuk seneden beri Dâru’l-Hikmeti’l-İslamiyye’nin vazifesini ona yüklettirdiler. O da derdi:  

   — ‘‘Ben bunu terk edeceğim, fakat millete de bir hesab vermek isterim.” Bendeniz de amucamın Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’deki vazifesinden nasıl hesab vermek istediğine dair birkaç söz yazıyorum. 

     Birâderzâdesi: Abdurrahman 

   Bundan iki buçuk sene evvelki: 1334 senesi idi. Amucamın rızası olmadan, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye a’zâ edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan on ay me’zunen vazifeye gitmedi. Hatta çok defalar istîfâ etmek teşebbüsünde bulundu. Fakat ahbabları bırakmadılar. Bunun üzerine vazifeye devam etti ki bir buçuk sene oluyor. Bidayette haline dikkat ettim ki, zaruretten fazla kendine mesârif yapmıyordu ve “maişetçe neden bu kadar fena yaşıyorsun?” diyenlere cevaben derdi ki:  

    —‘‘Ben sevâd-ı a’zama tâbi olmak isterim, sevâd-ı a’zam ise bu kadar tedarik edebilir. Bir ekalliyet-i müsrifeye tâbi’ olmak istemem.” Ve Dârü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan mikdar-ı zarureti ayırdıktan sonra mütebakisini bana vererek: 

     —‘‘Hıfz et” derdi. Ben de o bir sene zarfındaki fazla kalmış olan paraları amucamın bana olan şefkatine, hem malı istihkar etmesine i’timâden haberi olmadan tamamen sarf ettim. Ve sonra da bana dedi ki: 

    —‘‘Bu para bize helâl değildi. Millet malı idi. Ne için sarf ettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim.” Ondan sonra ayda bana yirmi banknot, kendisine de onbeş tefrik ederdi. Fakat başka masraflar da onun onbeşine dahil idi. Demek ayda on-oniki banknot kendisine kalıyordu. Fazla kalan mütebaki paraları kendisi hıfz eyledi. 

     Bir müddet aradan geçti. Yeni kalbine geldiği hakâikten oniki te’lîfâtını din namına tab’ ettirdi ve toplanan yediyüz banknotları o te’lîfâtların masraf-ı tab’iyesine verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere diğerlerini meccânen etrafa dağıttırdı. Ne için sattırmadığını sual ettim. Dedi ki: 

    —‘‘Maaştan bana kut-ı la-yemût caizdir, fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.”    

   Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’deki hizmeti hep böyle teşebbüs-i şahsî ile idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı mâni’ler görüyordu. Zannımca kari’ler de bunu biliyorlar ki müşârun-ileyh kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de demir gibi dayandı. Ecnebi te’sirâtı Dârü’l-Hikmet’i kendine alet ettiremedi ve o yanlış fetevâya karşı dayandı, reddetti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit o cereyanı kırmak için küçük bir eserini neşr ediyordu. Hattâ Anadolu’dan istediler. Gitmedi. 

   Demişti: “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum, siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum.” Başka kitabları yanında bulundurmaz. 

     O’na derdik: “Ne için başka kitablara bakmıyorsun?” 

     Derdi: “Herşeyden zihnimi tecrid ile Kur’an’dan fehm ediyorum.” 

    Nakl etse bazı mühim gördüğü mesaili yine tagayyürsüz kendi asarından alır tekrar ederdi. 

     Derdik: “Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun?” 

     Derdi: “Hakikat usandırmaz, libası değiştirmek istemem.” 

    Kendisine derdik: “Neden en ulvî hakâik-i diniyeyle beraber bazı mesâil-i siyasiyyeyi de kitablarında derc ediyorsun?” 

    Cevaben derdi ki: “Çocuğa ilacı içirmek için bir şekerleme gösterilir. Tâ ki o da ağzını açar, ilacı o vasıta ile içirir. Efkâr-ı âmme de siyaset için ağzını açmış, ben de tiryakı içirmek için siyaseti de zikrettim.” 

  Fakat maatteessüf pek îcazkârâne söylediği için istifade umumî olmuyor. Hattâ kendi kitablarından aldığı bazı mesaili dahi aynen diğer eserlerinde zikrediyor. Başka müellifler    gibi mânâ tekerrür ettikçe başka suret giydirmiyor... Demek bir buçuk sene me’zûniyetten sonra vazifesinde bulundu. Şimdi dahi başka yere gitmek için niyet etmiştir. 

   Ve millete hitaben diyor ki: “Ey millet! Burada o kadar mani’ çoktu ki iş görmek pek müşküldü. Ben bu kadar yapabildim, bana helâl et.” 

     Hem kendisine derdik: “Neden bu kadar sarsıldınız?” 

    Derdi: “Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim. Fakat İslâm’ın âlâmından gelen teellümât beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen her bir darbenin en evvel kalbime inmesini hissediyordum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o âlâmları unutturacak. İnşâallah!..” 

     Tesâdüf-i garibedendir: Bu Lemeât kitabının tarihi hilâl-yıldız çıktı ki; 

نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلَالَىْ رَمَضَانَ (Ramazan’ın iki hilâlinden doğmuş bir edep yıldızıdır.) 

   Hem de tesadüf olarak kitabın âhirinde, hilâl-yıldız gelmiş. Tabiatı serbest bırakarak ki, hiç nazm yapmadığı halde bu kitab tamamen sancak marşının vezni gibidir ki, garib bir tesadüf, Ramazan’dan birkaç gün evvel bazı satırları numune olarak yaptı. Ahbablarına gösterdi. Biri müstesna, kimse teşcî’ etmedi. Fakat bir arzû-yu musırrâneye ittibâen Lemeât’ı Ramazan’ın bidayetindeki hilâl vaktinde yapmaya başladı ve Ramazan’ın âhirindeki hilâlde bitirdi. 

    Hem der ki: “Bu Ramazaniye kitabımı kim alsa her kıt’asını dikkatle okumasa, lafız ve nazmın perişaniyetine bakıp manasının anlamasına çalışmasa helâl etmem. Çirkin bir sadefte güzel bir cevher bulunabilir.” Kitabındaki tesadüfe dair konuşurken, semada hilâl-yıldız, sancak-ı İslâm’ın resmini tersim etti. 

     Amucama dedim: “Kitabındaki tesadüf, sahife-i sema da tanzîr ediyor.” 

   Cevaben dedi: Ben, zaten tesadüf denilen şeyi kabul etmem. Her şeyde bir hikmet var. Hem tesadüf tekerrür etse tesadüf olmaz, bir kasdı ihsas eder. Kâinat birbiriyle münasebettardır. O dakik münâsebâtın mânâları var. Vâzıhan bilmediğimiz için tesadüfle tâbîr ediyoruz. 

   İşte bütün bunlardan tefe’ül çıkıyor ki: İ’lâ-i Kelimetullah’ın bayrağı olan hilâl-yıldız bayrağı teâlî edecek. Eski şevketini bulacak. İnşâallahu Teâlâ! 

     ..Âsârı hakkında takrîzen küçük amucam böyle söylemişti... 

“Hakkın cevher-i âlîsiyle elmâs-ı hakîkattan 

Şükûka karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır. 

Müzehheb basamaklı şu semâvât-ı kemâlâta 

Urûc etmek için hakkıyla bir nurânî mirkattır.” 

Küçük biraderi 

Abdulmecid 

۞۞۞ 

 

Bendeniz de âsârındaki îcaz ve metanetine dair takrîzen bu sözleri söylüyorum: 

 “Olmasaydı ger demir mermer-misâl lafzı tamam,  

Âteş-i kuvvet-i mânâya dayanamazdı kelâm. 

hakikatte çemenzâr-ı hakâiktir bu her dem 

ki olmuş cennet-i A’lâ-yi Kur’ân’dan o mülhem. 

Bu bahr-ı muhtelif-i elvan ve emvâcın içinde  

Gelen bâd-ı nesîmi kalb-i mecruha devâ-merhem. 

Buhârâtı çıkar tâ ki semavât-ı ukûla, 

Sehâbâtı bütün teşkil eder o hem zened berhem. 

Atar na’ra o, rahmetli bulut şimşekleri saçar, 

Yakar kalbin zemininde, bırakmaz şübhe-i hem-vehm, 

Yağan yağmurları neşv ü nema ezhâra verirler. 

Hakikattir ki onlar da birer dâne şifa’dır hem.” 

Birâderzâdesi 

Abdurrahman 

 ۞۞۞ 

  

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de iken tab’ ve neşrettiği âsâr 

İşârâtu’l-İ’câz fi Mezâni’l-İcâz 

Kızıl Îcâz 

Nuktatun min-Nûri Ma’rifetillah 

Rumûz 

Şuaât-ı Ma’rifeti’n-Nebî 

İşârât 

Lemeât 

Hutuvât-ı Sitte 

Tuluat 

Hakikat Çekirdekleri (Birinci cüz’) 

Sünûhât 

Hakikat Çekirdekleri (İkinci cüz’) 
(içtimai Reçeteler 1, Tenvir mobil, 11-37. s.)

Yorum Yap

💬 Yorumlar
Henüz hiç yorum eklenmedi. İlk yorumu siz yapın!