Sözler Kitabı:
Bediüzzaman’ın 1922 Kasım ayında İstanbul’dan Ankara’ya gelerek kısa sayılmayacak sekiz aylık bir sürede; İslami esas ve semboller ile dini hükümlerde yeni düzenlemelerin yapılmasını kendilerine hedef kabul eden başta kurucu kadrolar olmak üzere birçok kişiyle muhatap olmuş ve tartışmaların içinde kendini bulmuştur. Bu değişikliklerin yerine getirilmesi için hazırlanmış ve tetikte bekleyen bir takım ulema-i su’ tabir ettiğimiz düşük ve pest menfaatler için ahiretini dünyasına feda edenler de bir işaret ve fırsat bekliyorlardı. Ancak bunun yavaş yavaş milleti rencide etmeden ve kendileri hakkında yaygaraya yol açmadan yapılması gerekiyordu. Bediüzzaman’ın Ankara’ya davet edilmesinin sebeplerinden biri, tam da bu yumuşak geçişin sağlanmasına katkıda bulunmak olduğu söylenebilir. Israrlı dâvetler üzerine 1922 Kasım’ında Ankara'ya gelen Bediüzzaman, yeni kurulan müesses nizama hâkim olan zihniyeti yakından tanıma fırsatını bulmuştur. İşte tanıtımını yapacağımız Sözler Kitabı, o dönemin firavunane emsalsiz tuğyanına, din aleyhindeki savletli bid’a ve tağiyane hücûm ile dinde reform adı altındaki şeair-i islamiyedeki değişim girişimlerine, iman ve Kur’an hakikatlarına o günün basını başta olmak üzere değişik mecralarda milletin zihninde şüphe oluşturma ile kalp ve ruhunda yara açmaya yönelik ileri sürülen şüpheli soru, vehim ve vesveselere karşı bir muhafaza ve müdafaa mücadelesi olmasından oldukça büyük bir önem taşımaktadır.
Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözün başında ifade ettiği üzere; mülhidler veya ehl-i fen tarafından tenkid edilmiş, itiraza uğramış, cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş bir takım ayet ve hakikatlerin olduğunu, bu kesimlerin kusur zannedip hücum ettikleri noktaların kendisi tarafından ispat edildiğini, ancak zihinlere bulantı vermemek için onların şüphelerini zikretmeden kesin cevaplar verdiğini (1) dile getirerek tahrip ve itibarsızlaştırma çalışmalarının boyutlarını ve bahse konu fitne anlayışının ne denli yayıldığına işaret eder.
Bediüzzaman, bu itibarsızlaştırma fitnesinin önünde durup engel olabilmek, art niyetli kişilerin vesveselerine karşı ikna edici cevaplar vererek milletin kalbindeki iman nurunu ve islami hakikatleri korumak adına büyük bir mücahede sergilemiştir. 1921-1923 tarihleri arasında telif ederek bastırdığı ve Mesnevi-i Nuriye kitabında toplanan risalelerin tamamıyla bu iman müdafaası hamlesi olduğunu görüyoruz. Ayrıca sürgünün ilk durağı olan Burdur’da kaleme aldığı “Nur’un ilk kapısı” kitabında Ankara ziyareti ve sonrasında maruz kaldığı saldırılara karşı mücadelesinden işaretler verirken bu tahribata karşı milletin uyarıldığı ve bu saldırıya uğrayan hakikatlerin de özetle bu kitapta kendine bir yer bulduğunu görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu eser için
“Risale-i Nur'un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risalenin içindeki hakikatlar gerçi hem Küçük Sözler'de hem başka Sözler'de bir derece yazılıdır; fakat Said'e karşı Kur'an'ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bir meşhudatı tarzında olmasından...” (2) ifadesi kayda değer bir önemdedir.
Mesnevi-i Nuriye eseri ile Nur’un ilk kapısı adlı eserinde özetini verdiği ve incelediği hakikatlerin ve bu eserlerin yazılmasına esas olan saiklerin, Sözler kitabının da yazılmasındaki aynı saikler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ankara’da bulunduğu süre içinde tanık olduğu eylem ve söylemlerin yanında, değişik vesilelerle duyum yolu ile aldığı soru, şüphe ve saldırılar referans tutularak temel olacak şekilde yazılan Sözler ile, bu hakikatların geniş, ikna edici izahlarını yapar. Ankara ziyaret süresi zahiren sekiz aylık kısa bir süre olsa da bir dönemin bitip başka bir döneme dayelik etmesinin yanında, Risale-i Nur eserlerinden Sözler, Mektubat, Lem’alar gibi ana kitapların, bu dönemin referans alınmasıyla, oluşan zulumata karşı geliştirilen bir nur olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Genel manada başta Sözler olmak üzere, sözü edilen kitapların izah edilen tahribat girişimleri sonucunun ürünleri olduğu ve o gün yazılan çekirdeklerin üzerinde gelişip dal budak salmış olduğu gerçeği aşikardır. Hatta bu kısa ziyaret süresinin, Bediüzzaman’a rehberlik ederek yeni bir usul ve tarz geliştirmesine sebebiyet vermiş olduğunu da söyleyebiliriz.
Bediüzzaman, Birinci dünya savaşının öncesinde görmüş olduğu rüyasının alem-i şehadetteki yaşanmışlığının boyutlarına muhatap olup tanık olduktan sonra, bizzat yaşadığı gerçekler üzerinden rüyasına atıfta bulunarak, 1931 yılında telif ettiği 28. Mektubun yedinci Meselesinde:
“Eski Harb-i Umumîden evvel ve evailinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı... Birden, o hâlette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (3) demekte ve Cumhuriyetin kuruluş ve sonrası Türkiye’sininin durumunu açıklayarak yapılacak/yapılmış olan tahrifat ve tahribatlar ile ilgili ciddi durum hakkında işaretler vererek durumu gözler önüne sermiştir.
O gün için yukarıda belirtilen çekirdekler, artık sözler adıyla ağaca ve Risale-i Nur Külliyatı ismiyle bir bahçeye dönüşmüştür. Bediüzzaman, esaret hayatı yaşadığı halde, tüm istibdat ve tahakküm ile itibarsızlaştırma girişimlerine rağmen, bu hakikatlerin müdafaasına çalışmış ve yayınladığı birtakım risaleleriyle milletin taklidi ve sarsıntı geçiren imanının takviyesine gayret etmiş ve maruz kaldığı tüm söylem ve vesveselere karşı hakikatler neşrederek kırılıp yıkılan Kur’an etrafındaki surların onarımı ile, iman ve İslam esaslarına yapılan hücumların müdafaası ile, bid’atkar fasid anlayışın saldırdığı hakikatlerin telifi ile meşgul olmuş, bunun dışındaki halleri umursamıyarak tüm mesaisini bu iman hakikatlerinin anlaşılmasına yoğunlaştırmış ve şu ifadeleri terennüm etmiştir:
“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum... Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur...” (4) ifadelerindeki somut konum ile stratejisini o gün için netleştirmiş ve söz konusu akıma karşı Risale-i Nur eserlerinin temelini oluşturan Sözler kitabı ile hakikatlerin müdafaasına ve neşrine çalışmıştır. Bir manada, risalelerin Sözler mecmuasının kökleri üzerinden gelişen dallar olduğunu belirten Bediüzzaman’ın; “
Esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nafi bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (5) ifadeleri unutulmaması gereken bir gerçekliktir.
Bediüzzaman’ın Otuz üç adet Sözler’in iman hakikatlerinin ve İslâm akidesinin takviyesi için sarf edilen ve Kur’anî bir yol açacak kiymette bulunduğunu dikkatle okuyanların hükmettiğini ifade etmesi ise bu kitaba yüklediği mana ve gösterdiği ihtimam açısından ayrıca kayda değerdir. Bediüzzaman’ın kendi ifadesi ile
“Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözler ile i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hatta, şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.” (6) beyanı, Sözler eserinin, Bediüzzaman’ın misyonunun anlaşılmasında önemli bir gösterge olduğunu gösterir.
Müthiş bir zındıka fikrinin Türkiye'de dessasane çalıştığını ve imanın esaslarına hücum edip za'fiyete uğrattığını belirten Bediüzzaman; bilim, fen ve akıldan söz eden kesimin akıl ve fenden uzak olan bu safsataları ile Allah'ı inkar fikrinin yayılmasına çalıştıklarından söz eder. Buna karşı Mesnevi-i Nuriye eserindeki bir kısım risaleler ile tevhid üzerinde durmakta, za’fiyete uğrayan imanın takviyesi için çalışmalar yaparak birtakım risaleler te’lif eder. Son dönemde başlayan
batılılaşma hareketleri, İslami esasların tahribatı, Hilafet'in sona erdirilmesi, medreselerin kapatılması ile yeni tahrifat girişimleri gibi gelişmelerle İslam'ın toplumsal alandaki etkisi ciddi şekilde yaralandığından bu dönem referans alınarak “Nur’un ilk Kapısı” ile “Mesnevi-i Nuriye” eserlerindeki çekirdeklerin üzerine bina edilen ve Nur’un ilk medresesi olan Barla kürsüsünden yeni te’lifler yaparak mevziyi genişlettirerek takviye yoluna gitmiş ve
toplumun manevi dirilişi ve insanın
yaratılışındaki amacına yönelmesi için rehberlik görevini ifa etmiştir. 1927-1929 yılları arasında te'lif edilen Sözler kitabı ile imanın altı esası üzerinde durarak milletin tevhid anlayışının takviyesine hizmet etmiştir. Burada Allah'a iman, Ahirete iman, peygamberlere iman, meleklere iman, Kitaplara iman ve kadere iman konularında iman esaslarının takviyesine çalışarak dünyanın var oluş gayesi ve insanın dünyaya gönderiliş hikmetlerini izah etmiştir. İman ve küfrün insana ve topluma neye mal olduğunu, küfür medeniyeti ile Kur’an medeniyeti arasındaki mukayeseleri yaparak kişiye ve topluma sağladığı sonuçları anlatarak mimsiz medeniyetin iliştiği ayetlerin izahı cihetine gitmiştir. Bediüzzaman, Sözler’de; özellikle
materyalist ve pozitivist görüşlerin etkisiyle dinin bilimle çeliştiğini iddia ederek
bilimsel gelişmeler adı altında ortaya çıkan ve dillendirilen
din ve bilim çatışmasına da dikkat çekerek bilimsel bulgularla dini hakikatları birbirine zıt değil, uyumlu gösterecek bir yaklaşım sergileyerek din ile akıl ve bilim arasında bir çelişkinin olmadığı, aksine uyumun bulunduğunu ispatlamıştır.
Burada Sözler kitabının tanıtımı yapılırken ve yeri gelmişken Sözler’de bulunan bir kısım risalelerin telif tarihleri ile ilgili çelişkili bilgileri düzeltmek ve bu hususun düzeltilmesine katkı sunmak maksadıyla aşağıdaki açıklamayı yapmanın gerekli olduğu kanaatindeyim. Bu husus; aynı zamanda Bediüzzaman’ın Van’dan sürgün edilişinin hangi tarihten başlayıp hangi tarihte Barla’ya getirildiği ile alakalı bulunduğundan önemlidir. Bu izahat ile Sözler kitabında dercedilen risalelerin telif tarihlerine ışık tututulacağı ümidindeyim. Şöyle ki:
Risale-i Nur ve Bediüzzaman için kaynak gösterilen bir kısım araştırmacıların, sürgün hâdisesini, 1925'in Şubat ya da Mart aylarında başladığını ifade ettikleri, Bediüzzaman’ın Barla hayatının da 1926 yılının başında gerçekleştiği iddiasındadırlar. Bu durumda; Şubat 1925 tarihinde Şeyh Saîd ayaklanmasının başladığını düşündüğümüzde sürgün hâdisesinin de hareketin ilk ya da ikinci ayında gerçekleştiği manasına gelir ki, müesses nizamın içinde bulunduğu vaziyet ile halen devam eden bir hareket için bu tespit çok da muvafık durmamaktadır. Bediüzzaman’ın Sürgün yolunda İstanbul’da kaldığı süredeki kendi ifadesi olan
“Ben menfi olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmetü’l-İslâmiye’deki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde; “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki; ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire şimdi, büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle ah-vah diyerek dergâh-ı ilâhiyeye müteveccih oldum. Ve benim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli ahları, benim ahıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı; herkes vâ esefa dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki, bu fakir millete ikiyüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.”(7) metninden hareketle değerlendirildiğinde; İstanbul’da kaldığı o sürgün yolundaki günlerinden birinde
“İşte o gece Meşihat kısmen yandı; herkes vâ esefa dedi.” sözüne tekabül eden tarihin 30 Nisan 1926 tarihi olduğunu, Cumhuriyet gazetesinin
“Dün akşamki yangın: İstanbul kız lisesi yandı.” başlığına denk geldiğini görüyoruz. N. Şahiner’in de 1 Mayıs 1926 târihli
"Son Sâat" ve
"Cumhûriyet" gazetelerinin bu yangını yazdığını belirtmektedir. (8) Bediüzzaman’ın Van’dan çıkarak İstanbul’a kadar geçen güzergahının müddeti ile İstanbul’da kaldığı yaklaşık 3 haftalık süre düşünülüp değerlendirildiğinde Bediüzzaman’ın 1926 yılının Mart ayı içerisinde Van’dan çıkmış olabileceği anlaşılmaktadır.
Yine Bediüzzamn’ın 10. Lem'a olan şefkat tokatları risalesinde;
“Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur’a getirildim... Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi, aksi maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla, “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek. Bir parça teennî etsen daha iyi olur” dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman, halklar gelmesin” dedim. Yine o menfâdan dahi üçüncü nefiy olarak Barla'ya verildim...” (9) " beyanlarının da Van’dan başlayan ve Barla’ya kadar geçen sürgün süresinin tarihlerine yardımcı olduğunu söylemek gerekir. Burada geçen “
Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.” ifadelerinden anlaşıldığı üzere hadise devam ettiği süre içinde kendisine dokunulmadığı açık olarak ifade edilmiştir. Dolayısı ile de sürgünün, Şeyh Saîd Hâdisesinden sonra olduğu tespiti isabetli olacaktır. “
Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler.” beyanı ile de hadise ile ilişiğinin olmadığı ortaya çıkıp hadisenin sonuçlanmasından sonraki evrede inzivaya çekildiğini ve kendilerince de ilişiğinin olmadığı bilindiği halde sebep olmaksızın alındığını ifade etmektedir.
Şeyh Said hadisesi sonrası sürgün olayı tanıklarından Bedîüzzamân'la ayni kàfilede bulunduğunu belirten Kinyas Kartal’ın Van'dan ayrılışlarını 1926 yılı Mart ayı başları olarak vermesi (10) ile Şeyh Şâmil'in torunlarından Saîd Şâmil’in ise;1926'da Trabzon'dan gemiye binen sürgün kàfilesi içinde Bedîüzzamân'ın da bulunduğunu belirtmesi (11) konunun açığa kavuşmasına yardımcı olduğu kanaatindeyim.
Yukarıda geçtiği üzere takribi bir hesapla; 1926 yılının Mart ayı ile başlayan sürgün yolculuğunun, Van’dan İstanbul’a, (meşihat yangınından anlaşıldığı üzere; Nisan sonu-Mayıs başı burada olduğu anlaşılmaktadır.) İstanbul’dan Burdur’a, İstanbul-Burdur güzergahı ve Bediüzzaman’ın Burdur’da 8 ay kaldığı hesaplandığında ki, Abdulkadir Badıllı mufassal tarihçesinde; ”
Bediüzzaman’ın Burdur’da geçen hayatı: Sekiz ay, beş gündür” denilmektedir. (12) Burdur’dan Isparta’ya gönderilmesi 1927 yılının Ocak sonu ya da Şubat başına tekabül ettiği, Isparta’da “
yirmi gün geçtikten sonra”, (13) Abdulkadir Badıllı’nın ise;
“20 ile 25 gün arası” dediği kısa bir süre Isparta’da kaldıktan sonra, Isparta’dan da üçüncü nefiy olan Barla'ya gönderilmesinin ise 1927’nin Şubat sonu ya da Mart başına isabet ettiği görülecektir. Abdulkadir Badıllı’nın her ne kadar 1926 yılında Barla’ya geldiğini iddia etse bile kullandığı ifade olan:
“Hazret-i Üstâd bu tarihe kadar, yani Barla’ya ayağını bastığı güne kadar, Van’dan ayrılalı bir seneden on gün eksik..” (14) açıklamasının isabeti ortadadır. 1926 Mart’ında Van’dan çıktığı değerlendirildiğinde bir seneden on gün eksik hesabıyla 1927 Şubat sonu ya da Mart başına denk geldiği görülmektedir.
01 Mart 2023 tarihinde Risale Haber sitesinde, Said Nursi'nin “Barla'ya sürgün tarihini açıklayan belge” adıyla çıkan yazıda da belgenin orjinal nüshası da yayınlayarak bilgi verilmektedir. Belgede;
“Isparta vilayetinin 125 sayılı ve 16/5/1935 tarihli yazısı örneğidir:
“28/4/935 tarih ve 441 sayılı tahriratımıza ektir:
“Şark vilayetlerindeki Şeyh Sait isyanıyla alakadar olmasından dolayı 48 kişi meyanında İstanbul vilayetinden Antalya tariki Burdur’a ve oradan da Isparta’ya gönderilip 1 Mart 1927 tarih ve 81 numaralı tahriratla Eğridir kazasının Barla nahiyesinde ikamet etmek üzere gönderilen Said-i Kürdinin birkaç sene Barla’da münzevi ve dilsiz gibi bir hayat geçirdikten sonra hariçle temas etmeye başlamasına ve bazı siyasetçilerin de Barla’ya kadar gidip geldikleri anlaşılmasına binaen adı yeşil tarassut fişine konmuş ve durumu göz önüne alınmıştır.”(15) Belgedeki bu yazı ile, Said-i Kürdinin Barla’da kalmasının mahzurlu olacağı, Isparta vilayet merkezine alınması gerektiği şeklinde devam etmektedir. Resmi kaynak ile de Bediüzzaman’ın Barla’ya ikamete mecbur edildiği tarihin 1 Mart 1927 tarihi olduğu görülüyor.
Bu izahat verildikten sonra, Sözler kitabının telif tarihinin 1927 Mart ayı ile 1929 sonları olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bu açıklamadan sonra içerik hakkındaki bilgilendirmeye geçebilirim.
Sözler Kitabının İçeriği Hakkında Özet Bir Bilgilendirme;
Barla sürgününün başlangıcı sayılan 1927 yılında telif edilen (16)
1. sözden 9. söze kadar olan ve Küçük sözler namı altında müstakil olarak da neşredilen, tüm toplum tabakalarının başta Allah’a ve ahirete iman olmak üzere iman ve islam hakikatlerinde aklın teslimini ile kalbin kabulünü sağlayacak bir izahat yapılmaktadır. Allah isminin unutturulmaya çalışılan bir devir olması açısından bütün mevcudatın sürekli dilinde tekrarladığı ve İslam’ın nişanı sayılan “Bismillah” zikrinin tükenmez bir hazine ve bereket olduğunu örneklerle izah ederek sırlarının anlaşılmasına yönelik açıklamalar yapar. Bilahare imanın manevi bir cennet çekirdeğini, küfrün ise manevi bir cehennem tohumunu sakladığını, kurtuluşun ve güvenin yalnız iman ve İslamiyette bulunduğunu, insanın başta namaz olmak üzere Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmaktan ibaret olan ibadet ile mutluluğu yakalayabileceği ve teslimiyet sayesinde bire bin kazanacak değerli bir ticaret elde edip şerefli bir makam kazanıp geçici olan fani dakikalarını ebedileştirebileceğini, aksi durumdaki fısk ve sefahatle ise, büyük bir zarara ve helakete sebebiyet verileceği sahip olduğumuz mal ve nefis örnekleminden yola çıkarak geniş izahat yapılmıştır.
Onuncu Söz olan Haşir Risalesi:
1927 yılında Barla’da telif edilip 1928 yılında İstanbul’da bastırılan onuncu söz, yüzlerce Kur’an ayetinden süzülmüş bir risaledir. Bediüzzaman, haşir ve ahireti en muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkesin anlayabileceği bir dil ile açık bir şekilde temsil ve teşbihleri hikaye yoluyla anlatarak anlaşılır kılmıştır. 12 suretten oluşan ilk anlatımla bu dünyanın Allah’ın merhameti, hikmeti, inayet ve adaletinin tam olarak görünmediği bir yer olmasından dolayı, bu sıfatların gerçekleşip tam olarak görüleceği, yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağı, büyük mahkemenin kurulacağı yer ve kahr ile lutfün tecelligahı olan diyarın yoluna insan zihnini yoğunlaştırarak yönlendirmeye dair işaretler sunulmaktadır. 12 suretten sonra birbirine dayanan 12 Hakikat ve bir mukaddimeden yola çıkarak Allah’ın Rabb, Kerim, Rahim, Hakim, Adil, Cevad, Cemil, Celil, Mucib, Baki, Hafiz, Rakib, Hayy, Kayyum, Muhyi, Mumit, Hakk isimleri ile Hikmet, İnayet, Rahmet ve Adalet sıfatlarından yola çıkarak ahiretin ispatı cihetine gitmiştir. Buradaki her bir hakikat ile; hem Vâcibü'l-Vücud'un vücudu, hem esma ve sıfatları, hem de haşrin onlara bina edilerek ispat edilmesi olmak üzere üç şeyi birden ispat ediyor. Buraya kadarki anlatımların da, nefsi teslime ve kalbi kabule hazırlamaya yönelik olduğunu asıl sözün Kur’ana ait olduğunu ifade ederek çok sayıdaki ayeti örnek gösterip Kur’an’ın maksatlarından biri olan haşir ve ahiret konusuna yoğunlaşmıştır.
Bediüzzaman; haşir konusunun derin ve yüksek bir husus olduğunu, taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş böyle bir asırda tam olarak anlaşılmasa bile, anlaşıldığı kadarını memnuniyetle karşılayarak konunun tekrar ile okunup istifadeyi artırmak gerektiğini ifade eder. İbn-i Sina gibi bir felsefi dahinin bile
“İman ederiz. Fakat, akıl bu yolda gidemez.” diye hükmettiğini, İslam ulemasının ise “Haşir, bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez.” (17) diye hükmettikleri bir konu olması sebebiyle bu derin ve yüksek meselenin bir anda anlaşılamayabileceği, bu husustaki tahkiki imanın ancak tekrar tekrar mütalaa edilerek okumaya devam suretiyle mümkün olduğunu belirtir. Onuncu Sözün kıymetinin tamamıyla takdir edilemediğini de hatırlatan Bediüzzaman:
“Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmi risaleler gibi “Yeter.” der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nev’ ilme her vakit ihtiyaç var...” (18) ifadeleriyle onuncu söz risalesinin ehemmiyetini bildirmektedir. İman ve Kur’an hakikatleri içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbn-i Sina’nın bile anlamakta âczini itiraf etmiş olduğu nazara alınırsa onuncu söz risalesinin, o zatın dehâsıyla yetişemediği hakikatleri, avama ve çocuklara da bildirdiğini ifade eden Bediüzzaman:
“Büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmayan bu ve bunun gibi telifleri, doğrudan doğruya bir inayetin eseri olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler ‘Tefhim edilmez’ deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.” (19) demiştir. Bu da müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunup Kur’an’dan lemean eden Sözlerde büyük bir kuvvet ile tesirin bulunduğunu gösterir ki,
“bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet, bir sahifede ise bir kitap kadar tesirin bulunduğu”nun (20) göstergesidir.
Haşir Risalesinin sonunda farklı zamanlarda yazılan ve haşrin anlaşılabilirliğinin sağlanmasına yönelik 5 adet zeyil (ek) ile takviye yapılmıştır.
Birinci Zeyil’de; 9. Şua’da izahı yapılan ve iki noktadan oluşan Mukaddime ile Haşir akidesinin ruhi faydalarının yanında insanın ferdi ve toplumsal hayatına ait faydaları ve gerekliliği anlatılmaktadır. İmanın diğer 5 rüknünün bütün delillerinin, aynı zamanda haşir ve neşrin de varlığına ve muhakkak açılacağına işaret ettiğini izah eden Bediüzzaman; 1936 yılında (21) Eskişehir hapishanesinde telif edildiği tahmin edilen
İkinci Zeyil ile de hayat örneğinden hareketle konuyu daha geniş ele alarak takviyesine çalışmıştır. Yine 1936 yılında Eskişehir hapishanesinde telif edildiği tahmin edilen
Üçüncü Zeyil’de; Haşirdeki somut hallerden olan ruhların cesetlere gelmesi, cesetlerin diriltilmesi ve cesetlerin inşa edilmesi hakikatlerine yönelik misaller üzerinden deliller getirerek ikna edici cevaplar vermektedir. 1927 yılında Barla’da telif edildiği tahmin edilen
Dördüncü Zeyil ile de, Yasin süresinin 78 ve 79. Ayetlerinde anlatılan ve çürümüş kemiklerin nasıl diriltileceği üzerine sorulan soruya göz önünde cereyan eden örneklerden yola çıkarak anlatımını devam ettirmektedir. 1934 yılında Barla’da telif edildiği tahmin edilen zeyillerin sonuncusu olan
Beşinci Zeyil’de ise, ahiretin varlığına şehadet edip müjdeleyen yüz yirmi dört bin peygamberden, Allah’ın isimlerinin bu dünyadaki cilvelerinin baki alemi gerektirmesinden ve yer yüzünde her sene bahar mevsiminde görünen bitki ve hayvan taifelerindeki haşir ve neşir işaretlerinden hareketle bu fani alemin baki bir aleme dönüşmesini gerektirdiğini ifade etmektedir.
Bu risale için
“Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir surette anlamak istersen, haşre dair “Onuncu Söz” ile “Yirmi Dokuzuncu Söz”e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel parmağını gözüme sok.” (22) diyecek kadar iddialı olan Bediüzzaman; Onuncu söz olan Haşir Risalesinin sonunda da
“o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir.” (23) diyerek ehl-i imanı müjdeleyerek
ahiretin vücudunun, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesiz olduğunu kesin delillerle ispat etmiştir. (24)
On Birinci-On İkinci ve On Üçüncü Sözler:
Yukarıda zikredilen her üç söz, 1928 yılında Barla’da telif edilmiştir. İnsan ve alemin yaratılmasının hikmetinin temsil yoluyla anlatıldığı On Birinci söz, öneminden dolayı aynı zamanda Bediüzzaman’ın sürgününün ilk aylarında yazıldığı düşünülen ve ilk eseri olan “Nur’un İlk Kapısı”nın Onuncu Dersinde de anlatılmıştır. Hayatın gayesi, vazifesi, hakikatı ve mahiyetinin izah edildiği önemli bir risaledir. İki grup olarak incelenen ve ehl-i iman olan Kur'an talebeleri ile nefis ve şeytana uyup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan ehl-i küfür ve tuğyanın durumu geniş olarak ele alınmaktadır. Böyle bir tahribat döneminin de başlandığı düşünüldüğünde bu risalenin farkındalık oluşturması için yazıldığının ve uyarı niteliğinde olduğu söylenebilir. Bu sözün akabinde hemen
On ikinci Söz’de Kur’an ile Felsefe’nin ferdi ve toplumsal hayata sağladıklarının dört esas temelinde mukayesesi yapılarak devamındaki
On Üçüncü Söz ile de hayatta yansımaları görünen örnekler üzerinden her iki terbiyenin sonuçları anlatılmakta ve cazibedar fitne içinde bulunan gençlerin kurtarılmasına yönelik izahatlar ile mahpuslara hitaben imani ve ahlaki bir kısım tavsiyeler vermektedir.
On Dördüncü Söz’den Yirmi Dördüncü Söz’e kadar olan bölümlerin tümünün 1928 yılı içinde Barla’da telif edildiği tahmin edilmektedir. Birbirinden farklı olarak kaleme alınmış ve medeniyetin iliştiği bir kısım ayet ve hadislerin incelendiği, şüphe uyandırmaya yönelik sorulan soruların cevaplandırıldığı ve insanın kalbine gelen vesvesenin izalesi için izahatlar görülmektedir. İnsanın gafletten kurtarılmasına yönelik verilen ibretli uyarılar ile birlikte 1933 yılında Barla’da telif edildiği tahmin edilen
On Dördüncü Söz’ün zeylinde İzmir’de meydana gelen deprem ile ilgili küçük bir telif ile gafil kafalara bir ders vererek sorulan altı adet soruya da cevap vermiştir.
On Beşinci Söz’de; şeytanlar ile melekler arasındaki mücadele ile ilgili ayetlerin izahı yapılarak şeytani vehimlerin izalesine yönelik yedi basamak ile açıklama yapılmaktadır. Yine o dönem itibarsızlaştırılmaya çalışılan Kur’an ile peygamberimiz hakkındaki iddialara cevaplar veren Bediüzzaman; Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu gösterecek açıklamaların yanında,
On Dokuzuncu Söz ile de On Dört Reşha halinde peygamberliğinin delillerle ispatı yapılmıştır.
On Altıncı Söz’de Allah’ın bir olmasıyla beraber yardımcısız olarak her tarafı kuşatan bir tasarrufunun bulunduğu, mekandan münezzeh olmakla birlikte her yerde hazır bulunduğunu ve son derece yüceliğinin yanında her şeye yakın olduğunun sırrının izahatı yapılmaktadır.
On Yedinci Söz’de; Dünyadaki ölüm ve ayrılıkların kuşatıcı bir rahmetle nasıl bağdaştığı izah edilirken dünya misafirhanesinin mahiyeti ve buna karşı yapılması gereken durumdan söz edilmekte, sonrasında da Bediüzzaman’ın farisi olarak yazdığı bir münacat ile gaflette olanlar ve hidayet ile huzur sahiplerinin durumlarını gösteren iki levha verilmektedir.
On Sekizinci Söz’de; nefs-i emmarenin şöhret ve gururundan kurtarma çarelerinin, çirkin gibi görünen şeylerin netice itibariyle güzel olduklarının ve kainattaki sanat güzelliklerinin Hz. Muhammed’in (A.S.M) peygamberliğini gerektirdiğine dair açıklamalar yapılmıştır. Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlamalarının kelimelere dökülen manzumesi ile sonlanmaktadır.
Yirminci Söz’ün Birinci makamında; şeytanın insanın kalbine verdiği üç şüpheye karşı üç ayetin izahı yapılarak Kur’an’ın taklit edilemez bir mu’cize olduğunu göstermiştir. Yirmi Beşinci Söz’ün başındaki ihtarda belirtildiği üzere Bediüzzaman; tarz ve yöntem olarak bulantı vermemek için şüpheleri zikretmeden cevaplarını verdiği halde yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamı olan bu parçada, üç dört ayette şüpheler zikredilerek cevaplarını vermiş olduğunu beyan etmektedir. (25)
İkinci Makamında ise; Peygamberlerin göstermiş oldukları mu’cizelerin her birinin teknolojinin en ileri sınırlarını gösterdiğini ve insanları yeni keşiflere teşvik ettiğini verdiği örnekler üzerinden açıklar. Bu açıklama; Kur’an’dan batıya yüzünü çevirmiş Avrupa meftunu ve gafil taklitçilerine bir ders ve uyarı niteliğindedir.
Yirmi Birinci Söz’de; Namazın kiymet ve faydasını göstererek namaza özendirmekte ve şeytanın insana verdiği vesveselere karşı vesvesenin hakikatı anlatılarak başvurulacak ilaç ve merhemleri göstermesi açısından büyük ehemmiyete haiz bir risaledir.
Yirmi İkinci Söz ile Allah’ın varlığını ve birliğini isim ve sıfatlarıyla ispat edip tevhid hakikatını on iki parlak delil ile göstermektedir.
Yirmi Üçüncü Söz’de; Tin süresinin 4-6. ayetleri değerlendirilerek İnsan ve iman konusu ele alınarak insanın güçlü ve zayıf yönleri ile tekâmül yolları işlenmiştir. Ahsen-i takvim suretinde yaratılan insanın ancak iman nuruyla hakiki insan olup ala-yı illiyyine çıkabileceğini, aksi durumda ise, küfür karanlığına düşerek esfel-i safiline yuvarlanacağını iki mebhas halinde anlatılmaktadır. Bu risalede anlatılan hakikatlerin önemine binaen ve insanların gayesinden uzaklaştırılmasına matuf yapılan girişimlere karşı uyandırılması gerekliliğine istinaden Bediüzzaman’ın sürgününün ilk aylarında yazdığı ve ilk eseri olan “Nur’un İlk Kapısı”nın Dokuzuncu Dersinde de bu konunun işlenmesi dikkate değerdir.
Yirmi Dördüncü Söz’de ise; Esma-ül-Hüsna’nın yansımaları ve bu yansımanın sırlarını açıklayarak bazı hadislere karşı kalbe gelen vehimlerin mukni bir şekilde izah edildiği, 12 asıl ile hadisler hakkında üsuli değerlendirmenin ve bilgilendirmenin yapıldığı, beş dal ile müteferrik hakikatler hakkında birtakım soruların cevaplandırıldığı önemli bir risaledir.
Yirmi Beşinci Söz: Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi:
Bu risale 1928 yılında Barla’da telif edilmiştir.. Kur’an’ın kırk yönden mucize olduğuna işaret edip özetlediği harika bir eserdir. Bediüzzaman, Yirmi Beşinci Söz’ün başındaki ihtarda:
“Bu mucizat-ı Kur’aniye Risalesindeki ekser ayetlerin her biri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o ayetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’aniyenin kemalâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle isbat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş...” (26) demek suretiyle bu risalenin yazılmasının sebeplerini dile getirmiştir. Bu ihtar; Bediüzzaman’ın tanıklık etmiş olduğu dönem ve o dönemde İslam esaslarına yapılan hücumlar, yapılması planlanan tahrifat ve tahribat girişimleri ve şeair-i İslamiyenin tebdil ve tağyiri hususundaki girişimlerin vardığı neticeler ile çaresiz kalmış bir milletin içinde bulunduğu hale karşı eli, kolu bağlanmış, insanlarla konuşmaktan engellenmiş ve devamlı bir surette gözetim altında tutulan bir kişinin buna karşı istikametli duruşunun ve milleti sahil-i selamete taşıma gayretinin göstergesi olması bakımından önem taşımaktadır. Yirmi Beşinci Söz, zikredilen bu olumsuz şartlara rağmen, Kur’ani esasların korunmasına ve müdafaasına yönelik geliştirilen stratejik bir mücadele örneğidir. Kur’anı itibarsızlaştırmaya ve Türkçeleştirmeye yönelik atılan adımlara karşı bir siper, bir kale ve bir surdur.
Mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan yirmi beşinci söz için Bediüzzaman;
“.elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve yirmi beşinci söze yirmi beş altın, belki elmas verirdim.” (27) ifadesini kullanmış, Hulusi Ağabey ise:
“Yirmi Beşinci Söz, i’caz-ı Kur’ân’ı çok parlak bir tarzda ispat eden, ehl-i Kur’ân’a mesned ve melce ve mahzen-i esrar ve guruh-u isyan ve tuğyan ve küfrana bütün levazimat-ı harbiyeyi cami muhlik bir silahhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur” (28) olarak nitelendirmiştir.
Yirmi Başinci Söz’ün mukaddimesinde ifade edilen tarife bile bakılsa, harikalığı ve mucizeliğinin anlaşılması için yeterli olduğunu düşünüyorum. Üç parçadan oluşan geniş, kapsamlı bir tarif yapılarak altı yönüyle şüphe ve vesveselere geçit vermeyecek özellikleri sıralanmaktadır. Bu risalede; Kur’an’ın kırk vecihle mucizeliğini çeşitli ayetlerden örnekler verilerek akıcı ve ikna edici bir şekilde ispatlanmaktadır. Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispatlayan delillerin sunulduğu Birinci Zeyl ile Kur’an’daki tekrarlarla ilgili itirazlara cevapların verildiği Emirdağ Çiçeği parçalarına da ehemmiyetlerinden dolayı yer verilmiştir.
Yirmi Altıncı Söz: Kader Risalesi:
Hücuma uğramış iman esaslarından birisi de şüphesiz kader konusudur. 1929 yılında Barla’da telif edilmiştir. Toplumun dinden uzaklaştırılmasına yönelik kullanılan vasıtalardan birisi de kader konusunda insanların zihninde şüphe oluşturarak kalp ve ruhun yaralanması tekniğidir. Bu risalede milletin maruz kaldığı ve zihinlerini meşgul eden 7 adet soruya cevap verilmekte ve şüpheler giderilmeye çalışılmaktadır.
İki önemli mesele olan Kader ve cüz’-i ihtiyari konularının ele alındığı ve dört mebhastan oluşan bu risalenin
Birinci Mebhasında; Kader, cüz’-i ihtiyari, hayır ve şerrin yaratılması ile insanın sorumluluğu incelenirken
İkinci Mebhasında; Kader ve cüz’î iradenin birbiriyle tevfik ve uyumuna dair Yedi Vecih izah edilmektedir.
Üçüncü Mebhasında; Varlık âleminden hareketle kadere çok fazla delil bulunduğunu ve her şeyin Cenab-ı Hakkın takdiriyle olduğuna dair izahat yapıldıktan sonra, Kitab-ı Mübîn ve İmam-ı Mübîn hakikatlarının bedihî ve nazarî kader tecellisi ile kaderin insanın özgürlüğünü kısıtlamadığı hususları izah edilir.
Dördüncü Mebhasta ise; sıkıntı ve musibetlerin hayırlı yönleri ile İlâhî rahmetle uyumluluğu anlatılmaktadır. Nefsi susturan ve teslime mecbur edip herşeyde Allah’a bir yol bulmanın ve huzur-u daimîyi kazanmanın çaresinin anlatıldığı iki adet hatime ve Risale-i Nur’un yolunun diğer tarikatlardan farklılığını gösteren izah ile birlikte dört hatvenin izahının yapıldığı Zeyil ile tamamlanmaktadır.
Bediüzzaman yazmış olduğu kader risalesinin başarılı ve verimliliğini ifade etme sadedinde şöyle demektedir:
“sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsnâ Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir!” (29) İman hakikatlarının anlaşılmasının sağlanmasına yönelik gayretler, hakikatlerden uzaklaştıran şüphe ve vehimlerin izalesine yönelik başlatılıp devam ettirilen ve hak adına gerçekleştirilen tavizsiz faaliyet ve girişimler; kişilerin kalp ve ruhunu ilgilendiren konular olmalarının yanında, toplumun da ayakta kalmasını sağlayan dinamikler olması açısından büyük önem arz etmektedir.
Yirmi Yedinci Söz: İçtihad Risalesi:
Bediüzzaman içtihad konusunu, Sahabeler dönemi ile çağımızı karşılaştırmak sureti ile Sahabe hakkında itibarsızlaştırmaya yönelik ileri sürülen birçok soru ve vehme cevap vererek inceler. Mezheplerin varlık sebeplerini, aralarındaki ihtilaf sebeplerini ve sırlarını somutlaştırarak örneklerle izah eder. 1929 yılında Barla’da telif edildiği tahmin edilen Yirmi Yedinci Sözün yazılmasına sebep olan durumun içtihat konusunda haddinden tecavüz edenlerin hadlerini bildirmek için olduğunu Bediüzzaman tarafından ifade edilmektedir.
Bediüzzaman’ın gördüğü ve tanıklık ettiği İslamiyeti tezyif ve hakaretamiz söylemlerin yanında İslami şeairin tağyir ve tebdil çalışmaları ve yeni içtihad söylemlerine karşı muhtelif konularda 1923 yılında Ankara’da telif ettiği Hubab Risalesinde gerekli uyarılarda bulunmuştur. Bir kısım islam esaslarının, namaz, fatiha, ezan ve hutbe gibi şeairin Türkçeleştirilmesi ve İslami sembollerin üzerinde içtihad adı altında ulema-i su'u kullanarak değişiklik yapma cür’etlerine karşılık;
"İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesailini genişlendirmeğe meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meylü’t-tahripdir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır." (30) diyerek ehl-i dalaletin vekilliğini yapan bir kısım şahısların art niyetli olan teşebbüslerini ve içtihat ismi altında kendi heva ile hevesleri doğrultusunda yükümlülükten kaçmak maksadiyle yapılan/yapılacak bir kısım girişimlere engel olabilmek maksadiyle bu tür girişimlerin başladığı tarih olan 1923 yılında Kur’an-ı Hakîmin büyük deryasından “Hubab” isimli risalesinde söz konusu gündemi değerlendirmiştir.
Bediüzzaman bu dönemin bir kısım bedbahtlarının ehl-i iman ve ehl-i ilim oldukları halde bilerek ve severek dünya hayatını dine ve ahirete, sefahet-i hayatı da dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ettiklerini, o bedbahtların dalâletinin hayat sevgisi ve temerrüdden kaynaklandığından ecdadlarının bağlı olduğu ve iyi bildikleri dine, düşmancasına menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istediklerini ifade etmiştir. Aynı zihniyetin “
fen ve felsefeden gelen ve nefislerini şımartan acib bir gurur, garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet ile kâinatı idare eden ilâhî kanunları süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden haşa ve kella o kanun ve prensiplerde noksan bulma arzusuyla” (31) yeni değişiklikler yaptıklarını ve firavunane emsalsiz bir tuğyanın başladığından haber verir. Ayrıca bin seneden beri Kur’an aleyhinde birikmiş olan Avrupa itirazları ve evhamlarının âlem-i İslâm içinde bu dönemde bir kısım şahıslar vasıtasıyla yol bulup yayıldığını ve Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini icra etmek için planlar yapıldığından (32) söz etmiştir.
Milletin her bir ferdini inançlarından uzaklaştırmak ve dini itibarsızlaştırma faaliyetleri amacıyla ilk başta sureten masumane sayılabilecek teşebbüslerle başlamayı uygun görmüşlerdir. Türkçülük perdesi altında hem fikriyatlarını tahkim etmek, hem de sözde milletin Arapçayı bilmemesinden kaynaklı anlaşılabilirliği sağlamak bahanesiyle çalışmalara hız kazandırılmıştır. Hem bu teşebbüs erbabına ve mazlum milletin bu tür safsatalardan etkilenmemesi adına Hubab Risalesinde içtihat kapısının açık olduğunu ancak vatanın ecnebilerce işgalleri sonucunda adetlerinin memleketi istila ettiğini, münkeratın yayıldığını, sapkınlığın tahribata dönüşüp yeni icadların İslama bir cinayet hükmüne geçeceği böylesi müthiş bir dönemde bu kapıdan girmeye altı engel bulunduğunu ifade eder. Hatta sürgün sonrası Barla’da 1923 yılını referans alarak;
“Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risalede içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.” (33) diyerek Yirmi Yedinci Söz olan İçtihad Risalesinin yazılma sebebini izah eder.
Yirmi sekizinci Söz:
Barla’da Onuncu Söz olan Haşir risalesi ile aynı yılda
“Süleyman'ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılan” (34) yirmi sekizinci sözde cennetin vücudunun ispat ciheti değil, ahiretin varlığının dünyanın görünürlüğü katiyetinde Onuncu Sözde en güzel şekilde ispatı yapıldığından bu sözde yalnız cennet ile ilgili sorulan 5 adet soru ve cevapları ile tenkide sebep olmuş birkaç nokta işlenmiştir. Sonunda ise cennet sözüne küçük bir zeyl yapılarak cehenneme dair bir hatırlatma yapılıyor.
Yirmi Dokuzuncu Söz: Beka-yı ruh, Melâike ve Haşrin Hakkaniyetine Dair Risale:
1929 yılında Barla’da telif edilen bu eser, üç önemli imâni meseleyi harika bir şekilde akli ve nakli delillerle izah ve isbat etmiştir. Bu üç meseleden birisi melaikenin varlığının ispatı iken, ikincisi beka-i ruh hakkında, üçüncü meselesi de haşr-i cismâni mes’elesinin ispâtına dairdir. Bediüzzaman bu söz için
“elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre...yirmi dokuzuncu söze yirmi dokuz yakut verirdim.” (35) demek suretiyle kiymetini ve “
beka-yı ruh ve melâike ve haşrin hakkaniyetine dair olan bu risalenin en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azimi gösteren...” (36) bir değerde olduğunu belirterek etki derecesinden söz etmiştir.
İki maksad ve bir mukaddimeden ibarettir. Mukaddimede; Meleklerin ve ruhaniyatın varlığı, görevleri ve çeşitlikleri hakkında genel izahat yapılmıştır.
Birinci maksad ile dört esas temelinde imanın bir şartı olan melaikenin tasdiki üzerinde durur. Buradaki esaslarda sırasiyle varlık âleminde hayatın önemi, madde dışı hayatın varlık âlemindeki yaygınlığı, tabiat kanunları ile melekler arasındaki ilişkiler, Kur’ân’ın, Peygamberimizin ve daha önceki peygamberlerin, meleklerin varlığı hakkındaki ittifakı ile son esasta ise, varlıkların zikir ve tesbihleriyle ilgili olarak meleklerin görevleri ve ibadetlerinin külli, geniş ve muntazamlığını izah eder.
İkinci maksadta ise; örnek şeklinde verilen bir mukaddime ve dört esas üzerinden kıyamet, dünyanın ölümü ve ahiret hakkında açıklamalar yapılmıştır. Burada mukaddimede verilen kıyamet ve âhiretin ispatına dair üç soru olan kâinat tahrip edilecek mi? Tahripten sonra yeniden kurulacak mı? Bunları yapacak olanın, kâinatı yıkıp yapmaya gücü yeter mi? şeklindeki sorular verilerek esaslar bölümünde ispatı cihetine gidilmektedir. Ruhun ölümsüzlüğü hakkında izahatın yapıldığı birinci esastan sonra ikinci esasta saadet-i ebediyeyi gerektiren sebepler ve ahiretteki sonsuz mutluluğun delilleri olan 10 medar izah edilmektedir. Üçüncü esasta; Kıyamet ve âhireti vaad eden kâinatın yaratıcısının kudret sıfatıyla ilgili üç özelliği Lokman süresinin 28. ayeti olan “Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir” meâlindeki âyet üzerinden üç meselede açıklanmaktadır. Son olarak dördüncü esasta ise; Dört mesele ile kâinatın ölümünün ve sonradan dirilişinin sebep ve delilleri üzerinde durulmuştur.
Maddi vücudumuzun hava ve suya duyulan ihtiyacı kadar, maneviyattan uzaklaşıp yabanileşen bu asrın ve içindeki muhtaç kalp ve ruhların ihtiyacı olan bu izahatlar hakikaten Bediüzzaman’ın ifadesiyle 29 yakut kiymetinde olup madde ile kıyaslanmayacak bir değerdedir. Bu söz hakkındaki özet bilgilendirmemizi Bediüzzaman’ın şu ifadesi ile bitirelim.
“Eski Said’in kuvvet-i ilim ve nazar-ı aklıyla göremediği ince noktalar var ki, yirmi dokuzuncu sözde vardır. Bilhassa haşrin ahirinde remizli kısmında, dünyayı ahirete tebdildeki makasıd-ı ilahiyeyi yirmi dokuzuncu söz göstermiştir. Hem beka-i ruh ve melâike mebhaslarında mühim yeni noktalar keşfedilmiştir. Nokta risalesinde yoktur.” (37)
Otuzuncu Söz: Ene ve Zerre Risalesi:
Bu risale, 1929 yılında Barla’da altı saat içinde bir bağda telif edilmiştir. (38) Otuzuncu söz ile
“... değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu sübhanî ve emirber neferleri olduğunu gayet kat’i bürhanlar ile isbat etmiş...” (39) olduğunu ifade eden Bediüzzaman Otuzuncu Söz’ün başında “
Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’an-ı Hakîmin mühim bir tılsımını halleden” (40) nitelendirmesiyle de önemini vurgulamıştır. Bediüzzaman’dan nakledildiği üzere talebelerinden olan Refet Bey’in bu eser için “
Ene ve Zerre namındaki Otuzuncu Sözü her mü’minin ezber etmesi zarurîdir” ifadesi (41) ile yine talebelerinden Sabri Beyin bu eser için
“Müşrik ve münkirleri mağlub ve ilzam eden ve son sistem malzeme-i cihadiye-i vahdaniyeyi havi ve câmi, kuvvet ve resaneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevahir ve akik bir kal’a-misal” (42) ifadesi bu risalenin önemini belirtmektedir.
Bu söz iki maksadtan oluşmuş olup birinci maksadta ene’nin mahiyet ve neticesinden, ikinci maksadta ise, zerre’nin hareket ve vazifesinden söz edilmiştir. Ene, Ahzab süresinin 72. ayeti (43) üzerinden ele alırken, Zerre ise, Sebe süresinin 3. ayeti (44) üzerinden izah edilmektedir. Bu risalede; en önemli sır ve hakikatlerin başında iki yönlü olup bir tarafında hayır ve adaletin, diğer tarafında ise şer ve zulümlerin bulunduğu
“Ene” mevzusunun anlaşılması gelmektedir. Birinci maksadta; insanın var olma sebebini anlaması, kendi nefsini tanıması ve Allah ile olan ilişkisini güçlendirmesi üzerinde durulmaktadır. Cenab-ı Hak, kâinatın ve gizli hazinelerin kapılarını açan ene namındaki anahtarı insanın eline vermiş olsa da ene de kapısı kapalı bir bilmece olmasından o’nun kapısını açabilen her kimse kâinatın da kapılarını açabilmektedir. Ene, insanın manasında en küçük yapı taşı olarak var iken, zerre; kainatın ve insanın maddî varlığının en küçük yapı taşıdır. Canlı her bir cismin seyahat halindeki o zerrelere birer mektep, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmünde olduğundan söz eden Bediüzzaman; Otuzuncu Söz’ün başında Ene için bir ‘elif’, Zerre için ise bir ‘nokta’ nitelendirmesini (45) yapmaktadır. Kainatın tılsımı ve varlığının gizli sırları her iki maksatta farklı yönlerden incelenip değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
Otuz Birinci Söz: Mirac-ı Nebeviye (A.S.M) Risalesi:
Bu risale, 1929 yılında Barla’da telif edilmiştir. İnşikak-ı kamer hadisesi Şehadet aleminde bulunan insanlara gösterilen peygamberimizin büyük bir mucizesi olduğu gibi, Mirac dahi âlem-i melekûttaki melâike ve ruhaniyata karşı gösterilmiş büyük bir mucizedir. Bu gecede Peygamberimiz (asm) ilahi huzur ve hitaba mazhar olmuştur. (46) Mirac meselesi, iman esaslarının kabulünden sonra izahı ve ispatı mümkün olan ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nur olduğundan Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara Mirac’tan bahsedilemeyeceği hakikatından hareket eden Bediüzzaman; bu konunun izahından önce Allah’a iman, Peygamberine iman, meleklerine iman hakikatlerini ispat etmiş, sonra da Mirac konusunu gündemine alarak izahını yapmıştır. Dolayısı ile de bu hususta vesveseye düşen bir mü’mini muhatap kabul ederek, açıklama yaptığını ifade eden Bediüzzaman; ikincil olarak, dinleme makamındaki mülhidleri de nazara alarak açıklama yapmıştır. Aslında bu durumdan, tahribat girişimlerinden birisinin de Mirac hadisesinin olduğu, şüphe ve vesvese yoluyla konunun itibarsızlaştırılmasına çalışılıp işlettirilmiş olduğuna ulaşabiliriz. Burada ilk olarak tereddüde düşmüş, vesveseye düşmüş müminleri, sonra da buna yol açan mülhidleri muhatap aldığını baştaki ihtarda vurgulamasının (47) bu durumun bilinip ilan edilmesi gerektiği düşüncesinden kaynaklandığı kanaatindeyim.
Bediüzzaman; bu risale ile, Miracın gerekliliği, Miracın hakikatı, Miracın hikmeti ve Miracın meyveleri olmak üzere dört esas halinde konuyu ele alarak incelemiş ve örnek ve temsillerle ispatını yapmıştır. Mirac, başta müminler olmak üzere insaniyet açısından önemli sonuçlar da doğurmuştur. Mirac vasıtasıyla, İman esaslarının hakikatlarını gözle görüp, melekleri, Cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile görmek, kâinata ve insanlığa öyle bir hazine ve ebedî bir hediyedir ki, kâinatı perişanlık ve karmakarışık halden kurtarmıştır. Mirac aracılığı ile, Allah’ın razı olduğu birtakım hususlar başta namaz olmak üzere İslâmiyetin esasları cin ve inse hediye edilmiştir. Yine mirac vasıtasıyla peygamberimiz (asm) kendi gözüyle Cenneti ve Allah’ın rahmetinin ebedi cilvelerini görmüş, saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış ve saadet-i ebediyenin varlığının müjdesini cin ve inse hediye etmiştir. Mirac sayesinde peygamberimiz (asm) Rüyet-i Cemalullah meyvesini aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir. Ayrıca da insanın kâinatın çok kıymetli bir meyvesi ve Allah’ın nazdar bir sevgilisi olduğu mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk ve âciz bir varlık olan insanın yüksek bir makamda bulunduğu peygamberimizin miracı ile anlaşılmıştır. Allah’ın yanında böyle özel bir zatın şefaatine nail olabilmek için O’nu rehber edinmenin gerekliliği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem’in (asm) şefaatine mazhar etsin. Âmin.
Otuz İkinci Söz:
1929 yılında Barla’da telif edilen ve Yirmi İkinci Sözün Sekizinci Lem’asını izah eden bir zeyildir. Katre Risalesinde de işaret edildiği gibi tüm varlıkların vahdaniyete şehadet ettikleri elli beş lisandan birinci lisanını izah eden (48) ve Enbiya süresinin 22. ayetinin (49) pek çok hakikatinden, temsil yoluyla izah edilen tevhide dair bir tefsirdir.
Otuz ikinci sözde üç mevkıf bulunmaktadır. Birinci Mevkıfta; Allah’ın birliğine yönelik delilleri izah ile şirk ve küfrün imkansızlığını ispat ederek sinek kanadından tâ semavat kandillerine, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke ve şerike yer olmadığını ilân eder. Üç maksad ile izahı yapılan İkinci Mevkıfta; Allah’ın birliğine şüphe düşürmek isteyen şirk ve dalalet ehlinin vehim ve itirazlarına akli delillerle susturucu cevaplar verip ilzam etmektedir. Bediüzzaman’ın bu bölüm için ifade ettiği
“Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfında Üçüncü Maksadı sekiz-on defa okudum. Okudukça benim fazlaca hoşuma gidiyor. Anlaşılıyor ki, ondaki hakikatlere ruhlar çok muhtaçtır...” (50) beyanı da ruhların bu hakikatlere ne kadar muhtaç olduğunu ve ihtiyaçları giderecek bir etkiye sahip olduğunun açık ifadesidir. Üçüncü Mevkıfta ise; Hidayet ve dalalet ehlinin mukayesesini yaparak aralarındaki farkları gösterip her iki tarafın hayata bakışlarını izah etmektedir.
Özellikle de muhabbet duygusuna yönelik mana-yı harfi ile mana-yı ismi üzerinden yapılan izah ve mahbubların, dâr-ı bekada, âlem-i ahirette, Kur’an-ı Hakîmin âyetlerinin işaret ettiği neticeleri özet şekilde izah etmektedir. Bediüzzaman’ın
“Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î isbat edilmiştir ki, dünyanın ahirete bakan yüzüyle, esma-i ilâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider.” (51) ifadesi özellikle dünyayı tahkir edip dünyayı terk etmek gerektiğini savunanlar için manidar bir tanımlamadır. Bediüzzaman’ın
“Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene; en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.” (52) ifadesi de bu eserin etki ve verimliliğini beyan açısından kayda değerdir. Bediüzzaman’ın bu risale için ifade ettiği
“Sözlerin hatimesi, Otuz İkinci Sözdür. Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirdlerince telâkki edilen Otuz İkinci Söz namındaki üç mevkıflı risale-i harika ve camia ve Sözler’in bir cihette hatimesi ve cemiyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali(r.a.) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur’an’ın çok sureleriyle birden Otuz İkinci Mertebede وَ بِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَ اٰيَةً kasemiyle Otuz İkinci Mertebede bulunan o câmi risaleye işaret eder.” (53) ifadesi kapak olabilecek niteliktedir.
Otuz üçüncü söz: Pencereler Risalesi (Otuz Üç Pencereli Risale)
1929 senesinde Barla’da telif edilmiştir. Bir cihetten Otuz Üçüncü Mektup, bir cihetten de mârifet-i ilâhiyeye pencereler açan otuz üç pencereli bir risale olduğundan Otuz Üçüncü Söz olarak Sözler eserinde neşredilmiştir. Her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her fertten kısaca her şeyde Allah’a açılan bir pencere bulunduğunu ve tevhidi bildiren o sınırsız pencerelerden yalnız âyat-ı Kur’ani’yenin lemeatı olan otuz üç ayetten hareketle gayet parlak ve akıcı bir şekilde tefsir eder. Malum kesimler değişik zamanlarda bu otuz üç sayısını, Bediüzzaman’ın cezbe ve halüsinasyon ihtimaline delil bile gösterdikleri olmuştur. (54) Bediüzzaman ise, pencereleri açıklamaya başlamadan önce otuz üç sayısının kullanma hikmetini zikrederken namazdan sonraki tesbihatın otuz üç aded-i mübarekine muvafık olmak için Allah’a açılan sınırsız sayıdaki pencereden sadece Otuz Üç Pencere ile sınırlandırarak özetlediğini ifade etmiştir.
Bu risaledeki birinci derecedeki muhatabın inkarcılar olduğunu, ikinci derecede ise mü’minler olduğunu ifade eden Bediüzzaman risalenin sonundaki ihtar’da; “
Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imanı olmayanı, inşaallah imana getirir. İmanı zaif olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter” diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, her bir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.” (55) diyerek bu risalenin ehemmiyetini vurgulamıştır.
Lemeat Risalesi:
Otuz İkinci Mektup olarak planlanan manzum bir tarzda yazılan lemeat risalesi, aynı zamanda Otuz İkinci Lem’a olup, Sözler kitabının sonunda neşredilmiştir. (56) Bediüzzaman, Dâr’ül-hikmetü’l-İslâmiye üyesi iken 1921 yılının Ramazan ayında telif ettiği bu risaleyi yine aynı tarih olan 1921’de Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında bastırmıştır. Kapağında yazılan ifadeden de anlaşılacağı gibi bir nevi ramazan hilali ile bayram hilâli arasındaki parıltılardan oluşmuştur. (57) Bu esere
“Çekirdekler Çiçekleri” de denilmesi, Bediüzzaman’ın emriyle yeğeni merhum Abdurrahman’ın, o ana kadar te’lif olunan eserlerinden derleyip seçerek toparladığı vecizelerinden oluşan Hakikat Çekirdekleri namındaki risaledeki kısacık vecizelerinin bir derece izah edilerek çiçekler açmasındandır. Aynı zamanda nesir tarzında yazılıp, diğer divanlar gibi hayalâta, mizansız hissiyata girilmediğinden ve baştan aşağıya mantık ile iman ve Kur’an hakikatlerini yanında bulunan başta yeğeni olmak üzere talebelerine ilmi, imani ve Kur’ani bir ders ve küçük bir mesnevî ile imanî bir divan olmasındandır. (58) Yazılışında kendisine ilham veren kaynağın ise; Sahabelerin gazvelerine dair Kürdçe “Kavl-i Nevâlâ Siseban” namındaki destanın ilahi tarzındaki tabiî nazmından hoşlanmasından, bu tarz-ı nazmı seçerek nazma benzer bir nesir yazmıştır.(59) Lemeat eseri, ayrıca bağımsız olarak değerlendirileceğinden bu kadarıyla yetiniyorum.
Konferans:
Sözler kitabının sonuna eklenmiş olan bu konferans; 1950 tarihinin sonbaharında, Ankara Üniversitesi'nin mescidinde Zübeyir Ağabey tarafından verilmiştir. Bediüzzaman’ın eserlerinde, Konferans bölümünün kendi talimatıyla Sözler kitabına eklenmesi hakkında herhangi bir kayıt ve bilgi bulunmamaktadır. Şahısların bu husustaki duygusal ve duyumsal anlatımlarının da farklı za’fiyetleri barındırmasından dolayı aktarılmasının tahkik mesleğine uygun düşmediği kanaatindeyim. Sözler gibi başucu niteliğindeki bir kitaba böyle bir eklemenin ne surette ve kimin tarafından yapıldığı tartışma konusudur. Allahu a’lem bissavab. En iyi bilen Allah’tır.
Sonuç olarak Bediüzzaman’ın Sözler için
«Sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.” (60) ifadesini hatırlatarak bu çalışmanın faydalı olmasını Allah’tan diliyorum. Çalışmak bizden, tevfik ve başarı ise Allah’tandır.
Dipnotlar:
1-Zehra yayıncılık, sözler, 443.s.
(Risale-i Nurlar, kaynak olarak
https://zehra.com.tr/kitapoku’dan alınmıştır.)
2-Zehra yayıncılık, Nur'un İlk Kapısı ,9. s
3-Zehra yayıncılık, Mektubat, 496. s
4-Zehra yayıncılık, Tarihçe-i Hayat, 615. s
5-Zehra yayıncılık, Mektubat, 35.s
6-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 19. S
7-Zehra Yayıncılık, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 194-195.s
8-BTBSN, 2006, N.Şâhiner,286.s
9-Zehra Yayıncılık, Lem'alar, 63.s
10-Son Şâhidler-2, N.Şahiner,16-20.s
11-Nurs Yolu, N.Şahiner,134.s
12-Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, Abdulkadir Badıllı, 739.s
13-Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s
14-Mufassal Tarihçe-i Hayat 2, Abdulkadir Badıllı, 749.s
15-https://www.risalehaber.com/said-nursinin-barlaya-surgun-tarihini-aciklayan-belge
16-
RİSALE-İ NURLARIN TELİF, TARİH, YER VE BAZI ADLARINA DAİR | Samsun Araştırma Kültür ve Eğitim Vakfı
(12. Dipnotta belirtilen sözler hariç, yukarıda belirtilen tüm telif tarih bilgileri bu kaynaktan alınmıştır.)
17-Zehra yayıncılık, Sözler, 117.s
18-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 117. s
19-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 18. s
20-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 22. S
21-
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyatinin-telif-tarihleri-hakkinda-kronolojik-bilgi
(10. Sözün zeyilleri, 14.sözün zeyli ve 27. Söz’ün telif tarih bilgileri bu kaynaktan alınmıştır.)
22-Zehra yayıncılık, Sözler, 142.s
23-Zehra yayıncılık, Sözler, 149.s
24-Zehra yayıncılık, Lemalar, 526. s
25-Zehra Yayıncılık, Sözler, 444. s
26-Zehra Yayıncılık, Sözler, 443. s
27-Zehra Yayıncılık, Kastamonu Lahikası, 169.s
28-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 202. s
29-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 17. s
30-Zehra Yayıncılık, Mesnevi-i Nuriye, 101. s
31-Zehra Yayıncılık, Şualar, 735. s
32-Zehra Yayıncılık, Şualar, 729. s
33-Zehra Yayıncılık, Sözler, 594. s
34-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 19. s
35-Zehra Yayıncılık, Kastamonu Lahikası, 169.s
36-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 168,170. s
37-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 65. s
38-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 19. s
39-Zehra Yayıncılık, Şualar, 46. s
40-Zehra Yayıncılık, Sözler, 669. s
41-Zehra Yayıncılık, Kastamonu Lahikası, 233. s
42-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 249. s
43-“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi.Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir” (Ahzab süresi:72)
44-“İnkâr edenler, ‘kıyâmet bize gelmez’ dediler. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için o muhakkak başınıza gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarınca hiçbir şey Ondan gizli kalmaz. Ne bundan daha küçük ve ne de bundan daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” (Sebe süresi:3)
45-Zehra Yayıncılık, Sözler, 669. s
46-Zehra Yayıncılık, Şualar, 646. s
47-Zehra Yayıncılık, Sözler, 700. s
48-Zehra Yayıncılık, Sözler, 741. s
49-“Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı düzen bozulurdu” (Enbiya süresi:22)
50-Zehra Yayıncılık, Barla Lahikası, 65. s
51-Zehra Yayıncılık, Sözler, 614. s
52-Zehra Yayıncılık, Şualar, 682. s
53-Zehra Yayıncılık, Şualar, 741.s
54-Zehra Yayıncılık, Şualar, 432.s +Müdafaalar, 133.s
55-Zehra Yayıncılık, Sözler, 867. s
56-Zehra yayıncılık, Mektubat, 621.s
57-Zehra yayıncılık, İçtimai Dersler, 383.s
58-Zehra Yayıncılık, Sözler, 870. s
59-Zehra yayıncılık, İçtimai Dersler, 385.s
60- Zehra yayıncılık, Mektubat, 498.s
Yorum Yap