‘Kadere İman’ meselesinde muhatap kimlerdir? ‘Kaderin iman esasları arasına girmesinin sebebi nedir?

🕒 17.05.2025 18:55 👁️ 217 görüntülenme ❤️ 4 beğeni

‘Kadere İman’ meselesinde muhatap kimlerdir? ‘Kaderin iman esasları arasına girmesinin sebebi nedir?
‘Kadere İman’ meselesinde muhatap kimlerdir? ‘Kaderin iman esasları arasına girmesinin sebebi nedir?

   “Kadere iman” meselesinde, iman ve amel sahibi kişiler ile seyyiat ehli ve nefs-i emmâre sahibi kişiler olmak üzere iki muhatap kitlesi vardır.
   Bediüzzaman Said Nursî, kader meselesini izah ettiği 26. Söz’ün birinci mebhasında, kader ve cüz’î ihtiyarînin iman sahibi ve İslam’ı yaşayan kişilere hitap ettiğini; hatta imanı yüksek bir terakki içinde olan kimsenin bu meseleyi hâlî ve vicdanî bir durum (yani, halen ve vicdanen hissedebileceği bir hâl) olarak yaşadığını ifade eder. Dinden hissesi olmayan, dinden nasipsiz kimselerin kader ve cüz’î ihtiyarî bahislerini anlamadıkları gibi suistimal ettiklerini; bu kişilerin nefs-i emmâre vasıtasıyla, gaflet veya dalâlet saikasıyla tüm kâinatı sebeplere vererek Allah’ın mülkünü sebeplere taksim ettiklerini, fiillerini kendilerine veya sebeplere verdiklerini ve mesuliyet ile kusurlarını kadere havale ettiklerini ifade eder. Bu nedenle bu kişiler, bu meselede muhatap olmadığı gibi kader ve cüz’î ihtiyarîden bahsetmeye de hak sahibi değildir.[1]
   Bediüzzaman’ın, kader ve cüz’î ihtiyarînin İslamiyet ve imanın nihayet hududunu gösteren hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerinden olduğunu; ilmî meselelerden olmadığını, kişinin yaptıklarının sorumluluğunu Allah’a havale etmeden, sınırlarını aşmadan, mesuliyet bilincinde hareket ederek dikkatli davranması gerektiğini ifade eden aşağıdaki açıklaması, konunun ehemmiyetini anlamak açısından çok önemlidir:
   “Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslamiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için cüz-i ihtiyarî önüne çıkıyor; ona ‘Mesul ve mükellefsin’ der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için kader karşısına geliyor; der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.’[2] diyerek ihtar eder.”
   Bediüzzaman; “Kader ve cüz-i ihtiyarî, iman ve İslamiyetin nihayet mertebelerinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki mesâil-i imaniyeye girmiştir. Yoksa, mütemerrid nefs-i emmârenin işledikleri seyyiatın mesuliyetinden kurtulmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehasinle iftihar edip gururlanmak; cüz’-i ihtiyarîye istinad etmek, sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyarîye zıt bir hareket…”[3] diyerek kader ve cüz-i ihtiyarînin iman esasları arasına giriş nedenini açıklamaktadır. Ayrıca kişinin fiil ve davranışlarını hangi hâllerde kadere, hangi durumlarda cüz’î ihtiyarîye dayandırarak değerlendirmesi gerektiğini göstermesi bakımından da bu açıklama kayda değerdir.
   Kaderin, halk arasında da dikkat çekici bir kullanımı olduğunu ve bunun insanlarda ümitsizlik ve üzüntüye karşı bir ilaç hükmünde olduğunu söylemektedir. Ancak bu anlayış, sadece geçmişte yaşanmış musibetlerde geçerli olup; geleceğe dair ve Allah’ın emir ve yasaklarına uymamakta kullanılamaz. Aksi hâlde yaptığı iyilikleri kendine, kötülükleri (hâşâ) Allah’a yükleyen kişi, Firavunlaşma yoluna girebilir.
   “Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin câ-yı istimali var. Fakat o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır. Yoksa maâsî ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebep olsun. Demek kader meselesi, teklif ve mesuliyetten kurtarmak için değil; fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki imana girmiş. Cüz-i ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehasîne masdar olarak tefer’un etmek için değildir.”[4]
   Bediüzzaman, şer ve kötülüklerin Allah tarafından yaratılmasının bir imtihan gereği olduğunu ve çok hikmetler barındırdığını ifade eder. Ancak bu şer ve kötülüklerin, kişinin cüz’î ihtiyarı ve nefsi ile bilerek, isteyerek ve rıza ile işlenmesi mesuliyet doğurur. Seyyiâtın tahribat nevinden olması nedeniyle, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. (Mesela, bir kibritle bir evi yakmak gibi.) İcad-ı ilâhîde şer ve çirkinlik yoktur; o çirkinlik kulun kesbine ve istidadına aittir. Güneşin ışığından bazı maddelerin siyahlanıp kokuşması güneşten değil, o maddenin istidadından kaynaklanır. Ya da yağmurun rahmet olduğu hâlde tedbirini almayan bir adamın zarar görüp “Yağmur rahmet değil” [5]demesi gibi.
   İyiliklerde ise, iyiliği isteyip gerektiren İlâhî Rahmet; icat eden Rabbânî Kudret’tir. Dolayısıyla iyiliklerin gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise dua, iman, şuur ve rıza ile bu iyiliklere muhatap olur; dolayısıyla iftihar edemez. Mesela, “oruç tutmak” fiili; kişi tarafından isteyerek, inanarak, şuurla ve kendi rızasıyla yapılırsa müsbet (hayır) olarak ona aittir. Aynı fiil; istemeyerek, şuursuz ya da inanmadan yapılırsa kişiye müsbet anlamda ait olmaz. Eğer olayda Allah’ın emrine muhalefet varsa, o zaman menfî olarak mesuliyet doğar. Cenâb-ı Allah bizleri, Hâlıkımızın halk ve icadlarından müsbet olarak tesahüp edenlerden eylesin. Âmin…
   Özellikle bu meselede çok silik ve bulanık açıklamaların olduğu günümüzde; kişinin tembellik etmeden, gurura kapılmadan, itidalli bir hâl üzere Rabbine karşı vazifesini yerine getirebilmesi adına Bediüzzaman’ın Kader Risalesi’nde yaptığı izahlar büyük önem taşımaktadır.
 
   İstifade edilmesi temennisiyle… Allah’a emanet olunuz.
 
Adil Etmanekî
  16.05.2024
 
 
[1] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler, 577. s, https://zehra.com.tr

[2] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler, 574. s, https://zehra.com.tr

[3] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler, 574-575. s, https://zehra.com.tr

[4] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler, 575. s, https://zehra.com.tr

[5] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler, 575. s, https://zehra.com.tr
 
Paylaş:

Yorum Yap

💬 Yorumlar
Henüz hiç yorum eklenmedi. İlk yorumu siz yapın!

Bu içerik faydalı oldu mu?