Cevap: Cenâb-ı Hak, insanı halk ettiği vakit, en mükemmel, en mükerrem, "ahsen-i takvîm"de yaratmıştır. Her insanda hem meleki hem behimi, sonsuz arzu ve temayüller vardır. İnsanın beden tarlasına hadsiz aza ve cevarih yerleştirdiği gibi, ruh tarlasına da hadsiz istidat ve kabiliyetler yerleştirmiştir. His, heves, vehim, vesvese gibi duygularla da donatılan insan, yaratılış itibariyle hem hayra meyilli hem şerre meyilli bir şekilde yaratılmıştır. Ayrıca insana kuvve-i şeheviyye, kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye gibi kuvveler verilmiştir. Bu kuvvelere fıtraten sınır konulmadığından, bu sınırsız kuvveleri sınırlandırmak, dizginlemek, ifrat ve tefritten kurtarıp istikamet için Cenâb-ı Hak, bir takım şeriat ve nizamları göndermiştir.
Her türlü telkinata müsait bir varlık olarak yaratılan insanın kalbinde lümme-i şeytaniye gibi, lümme-i rahmâniye de bulunmaktadır. Dolayısı ile insan, şeytandan gelen telkinatlardan etkilendiği gibi, Rahman’dan gelen telkinatlardan da etkilenmektedir. Ömrün sonuna kadar bu telkinatlar devam eder, imtihan da böylece sürer. Hiç kimse bu telkinatlardan âzâde değildir. Bir insan küfür üzerine olsa da, iman üzerine olsa da aynı telkinatlara maruz kalır. Bunun gibi bir insan imana geldikten sonra, imanın hangi mertebesinde olursa olsun, bu telkinatlara muhatap olabilir. İnsan her zaman aynı hâlât üzere durmaz. Bu telkinatlar devam ettiği müddetçe, insanın ayağının kayması ve günah işlemesi mümkündür. İnsan zaif bir cüz-i iradeye sahip olduğundan, her zaman şeytanın bu telkinatlarına mukavemet edemiyerek mağlup olabiliyor. Bu nedenlerledir ki, Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizin(ASM) şahsında tüm ümmete:
“Kesin olan şey gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”[1] Ayetiyle ilahi hududu koruyarak her türlü şer ve kötülüğe karşı iradeli ve kararlı davranarak azimli olmaya, ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbimize kulluk etmemizi ihtar eder.
İnsanoğlunun bildiğimiz maddi ve manevi çok zaafları ile birlikte daha keşfedilmeyen ya da farkına varamadığımız pek çok zaaflarının da olduğu bilinmektedir. Örnek teşkil edilebilmesi için hayat boyunca maruz kaldığımız ve çoğu insanın ayağının kaymasına sebebiyet veren hislerden para, eğitim, iş hayatı, kariyer, arkadaşlık ilişkileri, gelecek kaygısı, korku, sevgi, aşk vs. gibi örnekleri burada sayabiliriz.
Yukarıda belirtilen bu kadar kapsamlı, kompleksli, his ve hevalarının; kuvvelerinin ne kadar çok olduğunu gördükten sonra insanın bu yapısından dolayı sürekli imtihan içerisinde debelendiğini görüyoruz. Yani insan sabit, tek düze yaşayan bir varlıktan ziyade çokça iniş-çıkışlarının olduğunu, bundan dolayı da, bir insanın imanın en üst seviyesinde bile olduğu hâlde günah işlenmesi olağan bir durum olarak görmemiz gerektiğini anlayabiliyoruz.
Bu hususla ilgili olarak Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri, On üçüncü Lem’anın Yedinci İşaretinde kendisine yöneltilen
“dünyada gayet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilâf-ı kanun her şeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azab-ı Cehennemi ve Hâlikın gadabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse..” ve
"Günah-ı kebîreyi işleyen nasıl mü’min kalabilir?”[2] suallerine verdiği cevapta;
“…nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar. Şu halde, kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir. Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor. Gayet cây-ı hayret bir haldir ki, âlemi bekanın –nass-ı hadisle– sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddeti ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde,bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fani dünyanın lezzetini, o baki âlemin bu fani dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.”
[3] izahının hem şeytanın boyunduruğuna girilmemesi hem de yanlış anlayış ve kavrayışlardan uzak durulması açısından çok önemli olduğu kanaatindeyim.
Ayrıca Kastamonu Lahikasında İbrahim Süresinde geçen “
Onlar, dünya hayatını âhirete tercih eden…” [4] ayetinin izahında
“…ahireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi baki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir.”[5] açıklamasının insanın dünyaya ve günahlara karşı temayülünü ve bu tarzdaki tercihini zamanın dehşetli bir musibet ve hastalığı olarak vermesi çok önemlidir.
Yusuf (A.S) gibi Sıddık bir peygamberin bile nefs-i emareden şikayet ettiğini biliyoruz.
Hazret-i Yusuf aleyhisselâm “
Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, rabbimin acıyıp koruması dışında, daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”[6] demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilemeyeceğini[7], enaniyet ve nefs-i emmarenin aldatmasından korunmak gerektiği açıktır. Allah’ın rahmeti olmazsa, nefs-i emmârenin peygamberi bile aldatabilmesi gibi bir durum söz konusudur. A'raf süresinin 27. Ayetinden hareketle şu çıkarımı yapabiliyoruz: "Babanız Âdem’i aldatan şeytan sizi daha kolay aldatabilir".
Üstad Bediüzzaman; büyük evliyadan ve nefs-i emmaresinden kurtulan bir kısım zatın şiddetli bir şekilde nefisleriyle mücahede ettiklerini ve nefs-i emmareden şikayet ettiklerini gördüğünü ve buna çok hayret ettiğini ifade ederek şu çıkarımda bulunur: “
Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi ahir ömre kadar devam ettiren bir manevî nefs-i emmareyi gördüm.Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmareden değil, belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmareden haber veriyor.
Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin… Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor."[8]
Cenâb-ı Hak, ehl-i İslâm’ı cinnî ve insî şeytanların şerrinden, nefs-i emmârenin her türlü desîsesi ve zaaflarından muhafaza eylesin. Amin.
Mahmut POLAT
14.06.2025
[1] Hicr Süresi, 99. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr
[2] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar. 102.s , https://zehra.com.tr
[3] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar. 102-103.s , https://zehra.com.tr
[4] İbrahim Süresi, 3. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr
[5] BSN, Zehra Yayıncılık, Kastamonu Lahikası,148.s, https://zehra.com.tr
[6] Yusuf Süresi, 53. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr
[7] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar. 231.s , https://zehra.com.tr
[8] BSN, Zehra Yayıncılık, Kastamonu Lahikası,135.s, https://zehra.com.tr
Yorum Yap