Bediüzzaman’ın Van’dan Barla’ya Sürgünündeki Süreç ve Tarihlerin Tespiti Üzerine

🕒 10.07.2025 20:31 👁️ 197 görüntülenme ❤️ 11 beğeni

Bediüzzaman’ın Van’dan Barla’ya Sürgünündeki Süreç ve Tarihlerin Tespiti Üzerine
Bediüzzaman’ın Van’dan Barla’ya Sürgünündeki Süreç ve Tarihlerin Tespiti Üzerine

   Bu yıllar, Türkiye’de siyasi ve toplumsal dönüşümlerin yoğun şekilde yaşandığı bir dönemdir. Bu süreçte, özellikle İslam ve Kürtler hususundaki düşünceleriyle öne çıkan Bediüzzaman, Ankara ziyareti sonrası farklı şehirlerde gözetim altında tutulmuş, nihayetinde 1926 yılında Van’dan alınarak Batı Anadolu’ya sürgüne gönderilmiştir. Barla’daki bu zorunlu ikamet, sadece bireysel bir sürgün vakası değil, aynı zamanda dönemin siyasal atmosferinde Bediüzzaman’ın temsil ettiği düşünceye uygulanan baskının da somut bir örneğidir.
   Aslında bu sürgün örneği, Şeyh Said Hadisesi gerekçe gösterilerek bir milletin asimilasyonuna ve bastırılmasına kapı aralayan bir milat olmuştur. Çünkü Hadisenin başlaması ile 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Yasası yürürlüğe konularak hükümete olağanüstü yetkiler verilmiş ve Türkiye genelinde tüm muhalif kesimler üzerinde sıkı bir yönetim dönemi başlatılmıştır. Hadisenin sonlanmasının hemen akabinde ise, 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi kabul edilerek bu çerçevede olağan üstü bir döneme zemin hazırlanmıştır. Söz konusu olan Bediüzzaman Said Nursi’nin sürgünü, helaket ve felaket sürecinden sadece bir örnektir. Bir tecrit ve izole etme politikası olan Van’dan Barla ‘ya uzanan bu yolculuğun tarihi ile yol güzergâhı süreci ve Barla’da ikamete mecbur edildiği tarihlerin tespit edilmesi hususları büyük önem arz etmektedir. Bu çalışmam, söz konusu durumun tespitine katkı sağlamaya yönelik olacaktır.
   Risale-i Nur ve Bediüzzaman için kaynak gösterilen bir kısım araştırmacılar, sürgün hâdisesinin 1925'in Şubat ya da Mart aylarında başladığını ifade ederek Bediüzzaman’ın Barla hayatının da 1926 yılının başında gerçekleştiği iddiasındadırlar. Tarihlerin bilinmesi, birtakım gerçeklerin ortaya çıkarılmasında önemli olmakla beraber, Bediüzzaman’ın icraatlarının arka planlarının anlaşılması ve idrak edilmesinde mihenk taşıdır. 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Saîd hadisesinin başladığını düşündüğümüzde sürgün hâdisesinin de  hareketin ilk ya da ikinci ayında gerçekleştiği manasına gelir ki,  bu şekildeki bir iddianın Bediüzzamn’ın Onuncu Lem'a olan şefkat tokatları risalesinde ifade ettiği: “Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi...”[1] açıklaması ile çelişkili göründüğü açıktır. Burada geçen “Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.” ifadelerinden anlaşıldığı üzere hadise devam ettiği süre içinde kendisine dokunulmadığı açık olarak ifade edilmiştir.Dolayısı ile de bu sürgünün, Şeyh Saîd Hâdisesi ile ilgili sürecin sona ermesinden sonra Kürtlerin bir halk olma kapasitesini yok etmek, onların ulusal, toplumsal, kültürel, siyasal gelişmesinin önünü kesmek amacına matuf ve asimilasyonun temel programı olan ve gizlenmeye çalışılan 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planının 9. maddesi olan “İsyanı teşvik ve idare etmiş olanlar ile bunların akraba ve yakınları ve aşiret reislerinden Hükümetin Şark’ta kalmasını uygun görmediği kişiler, aile ve yakınlarıyla birlikte Garb’ta hükümetin göstereceğe yerlere nakledileceklerdi.”  hükmü gereğince gerçekleştirilmiş olduğu tespiti isabetli olacaktır. Bu maddeye göre sadece Şeyh Said Hadisesine karışanlar değil, müesses nizamın daha önce fişlediği ve yeri geldiğinde cezalandırmak için notunu tuttukları kimseleri de içeriyor.
   Bediüzzaman’ın “Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler.”[2] beyanı ile de hadise ile ilişiğinin olmadığı ortaya çıkıp hadisenin sonuçlanmasından sonraki evrede inzivaya çekildiğini ve kendilerince de ilişiğinin olmadığı bilindiği halde sebep olmaksızın alındığını ifade etmektedir. Ayrıca Eskişehir Mahkemesi Sorgu Hâkimliğinin Kararına karşı verdiği itiraznamesinde: Şark Hadisesi münasebetiyle nefyedilmem, iddianamede iştirakimi ihsas ettiği cihetle cevab veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur; sırf ihtiyat yüzünden nefyedildiğim, hükûmetçe sabit olmuştur.”[3] demek suretiyle sürgününün arka planını izah etmiştir.
   Yedi dönem gibi uzun bir süre Van ve Hakkâri Milletvekilliği yapmış olan İbrahim ARVAS’ın anılarında: “Merhum ağabeyim Abdullah Bey ve amcamın oğlu Şeyh Masum Efendi Erzurum Kongresi zamanında Rumeli Anadolu Müdafai Hukuk Cemiyeti’ne girmiş ve Van vilayeti heyeti temsiliye azalığında bulunmuşlardı. Böyle olduğu halde Masum Efendi, dört kardeşi ve iki oğlu ile ağabeyim Abdullah Bey Van’dan sürülen ilk kafilenin içinde…”[4] olduklarını belirtmesi müesses nizamın belirlediği kuruluşlarda bulunmalarına rağmen masum bir çoğunluğun sebepsiz bir şekilde bu sürgünden nasibini aldığını göstermesi açısından önemlidir.
   Bediüzzaman’ın  Ankara’ya daveti sırasında kurucu kadroların tekliflerini kabul etmeyerek kendileri ile tartışması ve tüm cazibedar iltifatlara rağmen niyetlerinin farkına vararak Kur’an hakikatlerinin savunmasına devam etmesi ve bu davetin kendisi için bir kırılma noktasına dönüşmesi kendisini Ankara’ya davet edenlerin not defterinde “kendisinden rövanş alınacaklar” olarak kara listeye alınmış olduğunu bilahare yapılan icraatlardan anlaşılmaktadır. Ankara’dan ayrıldığı günden itibaren Bediüzzaman hakkında sıkı bir takibat uygulanarak durumunun rapor edilmesi istenmiştir. Elden ele, ilden ile, validen valiye teslimat yapılarak kendilerinden istenilen hassas bir takibat ve gözetim ile tutanaklar tutularak ilgili merciler bilgilendirilmektedir. İstanbul’dan Van’a geçerken takip ettiği Trabzon-Erzurum-Bitlis yolculuğundaki Ankara’ya gönderilen raporlar[5] mevcut olup arşivlerde bulunmaktadır.
   Bu hadise esnasında kuş uçurtmayan, herkesi ve her yeri takip ederek günlük raporların gönderilmesini isteyen bir hükümetten söz ediyoruz. Ankara hükümeti ve Bitlis Valiliğince gönderilen telgrafların ciddiyeti ile mahiyetinden Van Valisi vasıtasıyla haberdar olan Bediüzzaman, “vesveseli hükümet” tabirini kullanarak hem bu takip ve gözetildiğinin farkında olduğunu, hem de bu kadar vesvese ve baş döndüren takip ve gözetilmeye rağmen hadise ile bağlantısını gösterebilecek bir bilgi, belge ya da fiili durumun tespit edilemediğini ve neticede de “…hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi…”diyerek bildirmiştir.Şeyh Said hâdisâtı zamanında mağarada da bulunmadığını ve Kur’an hakikatleri ile meşgul olup sosyal hayatın içinde olduğunu ve Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğunu ifade ederek vaki hadisenin sürgünü için bahane edildiğini “…sebepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur’a getirildim...” ifadesiyle anlatmaktadır.
   Bediüzzaman’ın mağaraya çekilme serüvenini incelediğimizde tarihler biraz daha netleşecektir. Bediüzzaman, hadisenin vukuu esnasında toplumun içinde hayatına devam etmiştir. Ancak hadisenin sebebiyet verdiği sonuçlar ile Yirmi altıncı lem’anın on üçüncü ricasında[6] beyan ettiği nedenlerden dolayı mağarada inzivaya çekildiği anlaşılmaktadır.
   Bilindiği üzere, Hükümete olağan üstü yetkiler veren 4 Mart 1341 (1925) tarihli Takrir-i Sükûn Yasası'nın 1. Maddesinde geçen: İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı ictimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı, Hükûmet, Reisicumhurun tasdikiyle ve re'sen ve idareten men'e mezundur İş bu ef'al erbabını Hükûmet, İstiklâl Mahkemesi'ne tevdi edebilir.”[7] hükmünün hayattaki karşılığı idam, hak-hukuktan yoksunluk ile tedhiş ve asimilasyona denk geldiğinden herkesi bezdirmiştir. Bediüzzaman da bu icraatlardan son derece müteessir olmuştur.
      1925 yılının Nisan-Mayıs-Haziran aylarında hadise ile alakalı olarak birçok dostunun idam edilmesi Bediüzzaman’ı derinden sarsmış ve halet-i ruhiyesini etkilemiştir. Örnek verecek olursak; çok sevdiği dostu, hemşerisi ve Birinci Meclis’in vekillerinden Yusuf Ziya, Şemdinli olayında ismi geçen Yusuf Ziya’nın kardeşi genç subaylardan Ali Rıza ve Cibranlı Halid Bey’in de içinde bulunduğu Azadi Teşkilatı'nın önde gelen liderlerinden bir kısım tanıdıklarının 14 Nisan 1925 tarihinde Bitlis Harp Divanı'nın kararı ile idam edilmiştir.Yıllarca Kürdistan Teali Cemiyeti bünyesinde beraber çalıştığı dostu Seyid Abdulkadir ile oğlu Seyid Muhammed ve Kürdistan gazetesi yazarı Kemal Fevzi’nin  hadise münasebetiyle Diyarbakır’da Şark istiklal mahkemesinin 23 Mayıs 1925 tarihli kararı ile idam edilmişlerdir[8], Şeyh Said ve 47 dava arkadaşının 29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından şekli bir mahkemede yargılanıp Diyarbakır Dağ kapı Meydanı’nda idam edilmeleri durumları bu sarsıntının sadece üç örneğini oluşturmaktadır. Bediüzzaman’ın 1925 yılının Nisan-Haziran aylarında gerçekleşen bu idamlardan haberdar olduğu ve çok derinden etkilediği muhakkaktır.
     Bunun yanında Birinci Dünya savaşı sonrası ilk defa geldiği Van’a geçmişte çok talebe yetiştirdiği medresesinin ziyaretinde bulunduğunda 3Mart1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat kanunu sonrasında kapatılan medreseler ile ilgili olarak “…kal’a altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenaze…”[9] diyerek duygulanan Bediüzzaman’ın karşılaştığı bu durum üzüntüsüne üzüntü katmıştır. Bediüzzaman Van’a gelmeden önce çıkan bu kanun ve sonrasındaki genelgeler ile camilerin içinde açılanlar da dahil olmak üzere tüm medrese ve mahalle mektepleri kapatılmış ve Valiliklere bildirilmiştir. Bir misyon olarak hedeflediği ve her ortamda dile getirdiği Medresetüz-Zehra projesi de bu kanunla rafa kaldırılmış, hatta bu gelişinde Nurşin camisinin bir köşesinde oluşturmak istediği medrese teşebbüsü bile ret edilmiştir. Tevhid-iTedrisat Kanunu’nun kabulünden üç gün sonra 6 Mart günü Maarif Bakanı olan Vasıf Bey’in sonradan yayımladığı bir genelge ile “Bakanlığı'nın elindeki ilkokulların hiçbirinde meslek dersleri okutulamayacağı, bunun öğretimin birleştirilmesine aykırı olacağı gerekçesiyle”[10] mahalle mektepleri ve medreseleri de kapatılmış ve kendi ifadesine göre “Medreselerin vefatı” ile son derece etkilenmiştir.
   
     Bu süreçte kendisinin de tutuklanarak özellikle Bitlis Divan-ı harbine sevk edilmesi isteği, Ankara İçişleri Bakanlığı-Bitlis Valiliği-Van Valiliği arasında cereyan eden yazışmalardan[11] anlaşılmaktadır. Van Vali Vekili Süleyman Sabri ise, her defasında şartların müdahaleye uygun olmadığını belirterek Bediüzzaman’ın Divan-ı Harbe gönderilmemesi gerektiğinde ısrar etmiştir.Bizzat kendisi tarafından takip edildiğini ilgili mercilere bildiren Van Valisi Süleyman Sabri, idare aleyhinde ufak bir hareketinin görülmesi halinde cezasının verileceğini ifade ederek 1926 senesinin Mart ayına kadar  ilgililerin yazışmalarda belirtilen imha yada Divan-ı Harbe sevk edilmesi isteklerini ertelemiş ve kendisini korumaya çalışarak tutuklanmasını engellemiştir. Bu konu hakkındaki tanıklardan Molla Hamid Ekinci[12] ile Abdullah Ekinci[13]’nin Bediüzzaman’ın idam edilmesine yönelik Ankara’dan gelen telgraf ve Vali Süleyman Paşa’nın buna karşı tavrını gösteren hatıralarını da hatırlatmakta fayda vardır.
   Bu idamlarla birlikte acısını katlayan çok hadiseden biri de Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Van başta olmak üzere bölgeye gelemeyen Bediüzzaman, en son birinci dünya savaşında buraları savunmak üzere Kürt gönüllü alay komutanı olarak bulunmuş ve o günden bu yana ilk kez  Van’a gelmiş olduğundan gördükleri karşısında tarifi imkânsız bir halet-i ruhiye içine girmiştir. Yıllar sonra geldiği vatanında Van kalesinde bulunan medresesini ziyaret ederken “o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım.”[14] diyecek ve Van Kalesinin dibindeki mahallede bulunan tanışları için ise “O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbab idim. Kısm-ı âzamı, Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı”[15] diyerek sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle kalp ve ruhunun da gözüne yardım etmesi sonucu ağladığını [16] söylemesi hissiyatını belirtmesi açısından önemlidir. Tüm bu yaşanmış/yaşanan hadiseler üzerine şöyle der:
“...Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, “Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.”[17] demek suretiyle mağaraya çekildiğini ifade eder. Tüm bu anlatılanlardan Bediüzzaman’ın 1925 yılı yazındaki bir tarihte mağaraya çekilmiş olduğunu ifade etmek uygun düşer. Bu durum sonrasını ise  “…Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur’a getirildim...”[18] ifadesi ile anlatır.
    Şeyh Said hadisesi sonrası sürgün olayı tanıklarından Bedîüzzamân ile aynı kàfilede bulunduğunu belirten Kinyas Kartal’ın Van'dan ayrılışlarını 1926 yılı Mart ayı başları olarak vermesi[19]  ile Şeyh Şâmil'in torunlarından Saîd Şâmil’in ise;1926'da Trabzon'dan gemiye binen sürgün kàfilesi içinde Bedîüzzamân'ın da bulunduğunu belirtmesi[20] önemlidir. Bu sürgün olayı ile ilgili olarak İsmail KIRAN  “Aristokrat Kürt Aileler: Arvasiler” isimli araştırma makalesinde: “Şeyh Said Hadise’sine katılmadıkları halde çok sayıda aristokrat Kürt ailelerinin yaşayacakları sürgünün ilk kıvılcımı ise 10 Şubat 1926 tarihinde Van’da atılmıştır. İçinde Van Müftüsü Seyit Masum Efendi (Arvas), Kinyas Bey (Kartal), Küfrevizade Şeyh Abdulbaki Efendi, Kör Hüseyin Paşa ve Molla Said (Nursi) gibi çok sayıda şeyh, âlim ve aşiret ağası Van Gölü’ne yakın bir yerde kendileri için hazırlanan kızaklara bindirilerek bölgeden uzaklaştırılmıştır.”[21] İfadelerine yer vermektedir. Necmettin Şahiner ise; Kör Hüseyin Paşa’nın oğlu Haydar Süphandağ ve farklı kişilerle yaptığı görüşmeler neticesindeki değerlendirmelerine göre açıkladığı sürgün olayını: “Ramazan ayında Van Valisi Osman Nuri Paşa’nın talimatıyla birbirine kelepçelenen eller ve Seyit Masum Efendi’ye atılan dipçik darbesine rağmen kafilenin yola çıkmasıyla başlamıştır. Patnos, Ağrı ve Erzurum üzerinden uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Trabzon’a ulaşılmıştır. Buradan da deniz yoluyla başlayan yolculuk İstanbul’dan sonra İzmir’e kadar devam etmiştir. Kinyas Kartal ve Seyit Masum Efendi İzmir’de kalmış Said Nursi’nin yolculuğu ise Antalya’ya kadar sürmüştür.”[22] İfadeleriyle izah etmiştir.
    Bediüzzaman’ın Sürgün yolunda iken İstanbul’da soruşturması sürerken, kaldığı süredeki kendi ifadesi olan “Ben menfi olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmetü’l-İslâmiye’deki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde; “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki; ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire şimdi, büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır. İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle ah-vah diyerek dergâh-ı ilâhiyeye müteveccih oldum. Ve benim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli ahları, benim ahıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı; herkes vâ esefa dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki, bu fakir millete ikiyüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.”[23] metninden hareketle değerlendirildiğinde; İstanbul’da kaldığı o sürgün yolundaki günlerinden birinde “İşte o gece Meşihat kısmen yandı; herkes vâ esefa dedi.” sözlerinde geçen yangın hadisesine tekabül eden tarihin 30 Nisan 1926 tarihi olduğunu, Cumhuriyet gazetesinin “Dün akşamki yangın: İstanbul kız lisesi yandı.” başlığına denk geldiğini görüyoruz. N. Şahiner de 1 Mayıs 1926 tarihli "Son Saat" ve "Cumhûriyet" gazetelerinin bu yangını yazdığını belirtmektedir.[24] Bediüzzaman’ın Van’dan çıkarak İstanbul’a kadar geçen güzergahının müddeti ile İstanbul’da yaklaşık 3 haftalık bir süre kaldığı değerlendirildiğinde Bediüzzaman’ın 1926 yılının Mart ayının ilk yarısında Van’dan çıkmış olabileceğini ve uzun, meşakkatli bir yolculuktan sonra ise Nisan ayının ortalarından Mayıs ayının ilk haftasına kadar İstanbul’da kaldığını teyit etmektedir.
     Yukarıda geçtiği üzere takribi bir hesapla; 1926 yılının Mart ayı ile başlayan sürgün yolculuğunun, Van ilinden İstanbul iline, (meşihat yangını, 30 Nisan 1926 tarihinde vuku bulduğundan bu tarihlerde halen İstanbul’dadır.) İstanbul ilinden de Antalya üzerinden Burdur iline intikalinin (İstanbul-Antalya-Burdur güzergâhı) Mayıs sonu ya da Haziran başı olduğu ve Bediüzzaman’ın Burdur’da 8 ay kaldığı değerlendirildiğinde, bu tarihin, (Abdulkadir Badıllı Mufassal Tarihçesinde; ”Bediüzzaman’ın Burdur’da geçen hayatı: Sekiz ay, beş gündür” demektedir.[25])  1927 yılının Şubat ayının ilk haftasını işaret ettiği görülecektir.
   Bediüzzaman; Burdur’dan Isparta’ya, Isparta’dan da Barla’ya olan intikallerini ise, şöyle açıklamaktadır:“…Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi, aksi maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla, “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek. Bir parça teennî etsen daha iyi olur” dediler. Bende, tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman, halklar gelmesin” dedim. Yine o menfâdan dahi üçüncü nefiy olarak Barla'ya verildim...”[26] Bediüzzaman’ın Burdur’dan  Isparta’ya gönderilmesinin 1927 yılının Şubat başına tekabül ettiği, kendi ifadesiyle Isparta’da “yirmi gün geçtikten sonra”[27] (Abdulkadir Badıllı’nın ise; “20 ile 25 gün arası” dediği), Isparta’dan da üçüncü nefiy olan Barla'ya gönderildiğinin, buna tekabül eden tarihin ise 1927’nin Şubat sonu ya da Mart başına isabet ettiği görülmektedir. Abdulkadir Badıllı, her ne kadar 1926 yılında Barla’ya geldiğini iddia etmiş olsa da kendi ifadesi olan:“Hazret-i Üstâd bu tarihe kadar, yani Barla’ya ayağını bastığı güne kadar, Van’dan ayrılalı bir seneden on gün eksik…”[28] açıklamasının 1926 Mart’ında Van’dan çıktığı değerlendirildiğinde bir seneden on gün eksik hesabıyla 1927 Mart başına denk geldiği görülmektedir.
    Ayrıca ifade ettiğimiz tarihi teyid eden bir açıklama da “Barla'ya sürgün tarihini açıklayan belge” başlığıyla 01 Mart 2023 tarihinde Risale Haber sitesinde yayınlandı.[29] Orjinal nüshasının fotokopisinin de yayınlandığı belge, Isparta Vilayetinin 16 Mayıs 1935 tarihli yazısı olup, Bediüzzaman’ın 1 Mart 1927 tarihinde Barla ’ya geldiğini açıkça belirtir.
   “Isparta vilayetinin 125 sayılı ve 16/5/1935 tarihli yazısının örneği olan belgeye göre:
   “28/4/935 tarih ve 441 sayılı tahriratımıza ektir: “Şark vilayetlerindeki Şeyh Sait isyanıyla alakadar olmasından dolayı 48 kişi meyanında İstanbul vilayetinden Antalya tariki Burdur’a ve oradan da Isparta’ya gönderilip 1 Mart 1927 tarih ve 81 numaralı tahriratla Eğridir kazasının Barla nahiyesinde ikamet etmek üzere gönderilen Said-i Kürdinin birkaç sene Barla’da münzevi ve dilsiz gibi bir hayat geçirdikten sonra hariçle temas etmeye başlamasına ve bazı siyasetçilerin de Barla’ya kadar gidip geldikleri anlaşılmasına binaen adı yeşil tarassut fişine konmuş ve durumu göz önüne alınmıştır.”
    Açıklamanın tümünü almadığım özetle bu belgedeki yazı ile, Said-i Kürdinin Barla’da kalmasının mahzurlu olacağı, Isparta vilayet merkezine alınması gerektiği şeklinde devam etmektedir.  
    Bediüzzaman’ın 1 Mart 1927 tarihinde Barla’ya zorunlu ikamete tabi tutulması, sadece bireysel bir sürgün vakası değil, aynı zamanda dönemin siyasal atmosferinde çok yönlü düşünülerek uygulanan baskının somut bir örneğidir. Van’dan Barla’ya uzanan bu yolculuk, görünüşte bir “nakil” olsa da gerçekte bir tecrit ve izole etme politikasıdır. Ancak bu haksız ve kısıtlayıcı uygulama, beklenenin aksine, Said Nursî’nin fikrîni durduramamış; aksine, Risale-i Nur Külliyatı’nın temelleri tam da bu tecrit döneminde Barla’da atılmış ve Nur’un Birinci Medresesi haline gelmiştir. Dolayısıyla Barla, hem bir sürgün hem de bir imkân, hem bir mahrumiyet hem de bir doğuş olarak tarihe geçmiştir.  Bu bağlamda Said Nursî’nin Barla’ya gönderilişi, onu susturma amacı güden bir uygulamanın, uzun vadede tam tersine, bir fikir hareketinin doğuşuna zemin hazırladığı bir milat olarak okunabilir. Beşer zulmeder. Kader-i ilahi adalet eder.
   Allah’a emanet olunuz.

   Abdullah Mollaoğlu / 07.07.2025

 
[1] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s, https://zehra.com.tr
[2] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s, https://zehra.com.tr
[3] BSN, Zehra Yayıncılık, Müdafaalar, 69.s, https://zehra.com.tr
[4] İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, İstanbul: HTS Yayınları, 2010, 58.
[5] Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri ışığında BSN ve ilmi şahsiyeti, OAV, Cilt 2, 492-507 s.
[6] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 349-356.s, https://zehra.com.tr
[7] Vikipedi Özgür Ansiklopedi, Takrir-i Sükun Kanunu
[8] Şark İstiklal Mahkemesi/23 Mayıs 1925, Dosya No:53–ll–54–55–70-59, İlam No: 32, D. / 32
[9] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 351.s, https://zehra.com.tr
[10] Mustafa Ergün, Atatürk Devri Türk Eğitimi,2.Baskı, Ankara, Ocak Yay.,1997, 61.s,- Seçil Akgün, “Tevhid-i Tedrisat”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim, İstanbul, Meb.Yay.1983 ,s.47;
[11] Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri ışığında BSN ve ilmi şahsiyeti, OAV, Cilt 2, s.507
[12] İhsan Atasoy Nesil Yayınları, Molla Hamid Ekinci, Van Hayatının En Yakın Şahidi, 117.s
[13] İhsan Atasoy Nesil Yayınları, Molla Hamid Ekinci, Van Hayatının En Yakın Şahidi, 118.s
[14] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 349.s, https://zehra.com.tr
[15] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 350.s, https://zehra.com.tr
[16] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 350.s, https://zehra.com.tr
[17] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 351.s, https://zehra.com.tr
[18] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s, https://zehra.com.tr
[19] N. Şahiner, Son Şâhidler-2, 16-20.s 
[20] N.Şahiner, Nurs Yolu, 134.s 
[21] İsmail Kıran, Aristokrat Kürt Aileler: Arvasiler isimli araştırma makalesi, Kürdiyat, 2021, 3, 131.s
[22] Necmettin Şahiner, Son Şahitler B.S. Nursi’yi Anlatıyor, İstanbul: Nesil Yayınları, 2011, 1/138-145)
[23] BSN, Zehra Yayıncılık, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 194-195.s
[24] N.Şâhiner, BTBSN, 2006, 286.s 
[25] Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1,  739.s
[26] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s, https://zehra.com.tr
[27] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 63.s, https://zehra.com.tr
[28] Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 2, 749.s 
[29] https://www.risalehaber.com/said-nursinin-barlaya-surgun-tarihini-aciklayan-belge 
 
Paylaş:

Yorum Yap

💬 Yorumlar
Henüz hiç yorum eklenmedi. İlk yorumu siz yapın!

Bu içerik faydalı oldu mu?