Soru: On Dördüncü Lem’a'nın ikinci makamının dördüncü sırrında "Hadsiz kesret içinde vahidiyet tecellisi, hitab-ı ‘اِيَّاكَ نَعْبُدُ’ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zat-ı Ehadiyeti mülâhaza edip ‘اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ’ demeye, küre-i arz vüsatinde bir kalp bulunmak lâzım geliyor" şeklinde ifade edilen kısmı vahidiyet ve ehadiyet kavramları ile birlikte açıklayabilir misiniz?
Cevap: Derin bir tefekkür örneği olan bu cümlenin izahından önce Vahidiyet ve Ehadiyet kavramlarına açıklık getirmemiz gerekiyor
.
Vahidiyet; “
Bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir.”[1] Çokluk üzerinde görünen birliğin tecellisidir. Yani, varlıkların her birinin aynı elden çıktığını ve tek bir zattan geldiğini ifade eder. Bu da izzet, azamet ve Celal tecellisidir. Dolayısıyla bu noktadan hareketle vahidiyet, kâinatın bütününde kendini gösteren azamet, celal ve görkemliliğin görünmesi ve buradaki birliğin tecellisidir.[2]
Ehadiyet ise; “Her bir şeyde, Hâlik-ı Külli Şeyin ekser esması tecelli ediyor demektir.”[3] Allah’ın her bir varlık üzerindeki birlik tecellisidir. Her bir varlığa yönelik hususi bir tecelli olduğundan dolayı da cemal tecellisidir. Cemal, rahmet ve nimet noktaları ehadiyet-i ilâhiyeyi ilân eder.
[4] Allah’ın bütün isim ve sıfatları ile her şeyin yanında olması, tabir-i caizse her şey ile özel ilgilenmesi hakikatini ifade eder.
Özetle; Vahidiyet, Allah’ın varlığının ve kudretinin çokluk içindeki birliği ve kapsayıcılığıdır; evrendeki tüm varlıkların tek bir İlahi kaynaktan yaratıldığını ifade eder. Ehadiyet ise, bu birliğin her bir varlıkta özel ve bireysel bir şekilde yansımasıdır. Yani vahidiyet çokluk içindeki birliği, ehadiyet ise teklikteki ilahi yansımayı anlatır. Bu iki kavram, insanın Allah’ı hem geniş evrenin Rabbi olarak hem de bireysel hayatın Rabbi olarak kavramasında temel rol oynar.
Konuyu akla yaklaştıracak birkaç
örnek verelim.
Kâinat kitabından bir örnek; Güneş ışığının bütün yeryüzünü kuşatması, vahidiyet misalini gösterdiği gibi, her bir şeffaf parça ile su damlasında, güneşin ışığı ve sıcaklığı ile ışığındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesinin bulunması da ehadiyet misalini gösterir.
[5]
İnsan üzerinden bir örnek; İnsanın görüntüsü açısından ve yaratılışlarındaki esas itibariyle bir uyum ve benzerlik içindedir. Temel organ ile uzuvlarda herhangi bir aykırılık görülmez. Ancak insanın siması, sesi, parmak izi vb, alamet-i farika ile birbirinden farklıdır. İşte buradaki ortak benzerlik Vahidiyetin, benzerlik içindeki farklılıklar da Ehadiyetin tecellisidir.
Kur’an’dan da konuyu aklımıza yakınlaştıracak örnekler vermek suretiyle metnin izahına geçebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’de; Vahidiyet içinde Ehadiyet tecellisi metodu; fikirlerin dağılmaması, kalplerin boğulmaması, ruhların doğrudan doğruya Mabudunu bulabilmesi
için kullanılmakta ve bu hususta çok sayıda örneklemin mevcudiyeti bilinmektedir. On dördüncü Lem’anın dördüncü sırrında Vahidiyet ile Ehadiyet konusunu izah ederken
“O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır...
“[6] ayetini örnek verir. Semavat ve arzın yaratılışından bahsedildiği bir anda en küçük bir daire ve en ince bir özellikten bahseder ki, açık bir şekilde Vahidiyet içinde ehadiyet mührünü gösterebilsin. Yani, Semavat ve arzın yaratılışından söz ederken, insanın yaratılışından, dillerin ve renklerin farklılığından, insanın sesinden ve simasındaki nimet ve hikmet inceliğinden bahis açar.
[7] Bununla da,
“fikrin dağılmaması, kalbin boğulmaması, ruhların Mabudunu doğrudan doğruya bulması”[8] amaçlanmaktadır.
Aslında söz konusu On Dördüncü Lema'nın ikinci makamının “Bismillahirrahmanirrahîm” hakikatına dair olduğu ve bu hakikatın ise,
“üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanı”[9] olduğu unutulmamalıdır
. Burada da Kâinat simasında, Dünya simasında ve insan simasında olmak üzere birbiri içinde üç çeşit ilahi terbiye mührünün göründüğü ifade edilir.
[10] Burada da Allah,
vahidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalplerin Allah’ı unutmaması için, daima vahidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki,[11] İmam-ı Şafiî (r.a.) gibi çok büyük müçtehitlerin
“Besmele tek bir ayet olduğu halde, Kur’an’da yüz on dört defa nazil olmuştur.”
[12] İfadesinin hakikatini ve rahmetin arşına yetişmek için bir miraç
[13] (yükseğe çıkma, yükseliş) olduğunu bizlere göstermiş oluyor. Bu kelime; aynı zamanda Allah’ın güneş gibi apaçık olan rahmetini ve ışık gibi görünen hikmetinin unvanı ve tercümanı olduğundan bu unvanı eline alan rahmetin tabakalarında gezebilir. Bu tercümanı konuşturan, Rahman’ın rahmet ve sırlarını, rahîmiyetin nur ve şefkatini görüp gerçek manada zat-ı Ehadiyeyi düşünerek
‘İyyake na’budu ve İyyake neste’in’ deki hakiki hitaba mazhar olur.
[14]
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için On Dördüncü Lem’a'nın ikinci makamının ikinci sırrında belirtilen misale bakalım. Şöyle ki;
“Nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zatını mülahaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zatını unutturmamak için, her bir parlak şeyde güneşin zatını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zatîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfatıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor.”[15] denilmektedir. Hadsiz eşyayı ihata eden güneşin bütün ziyasını kuşatıp anlamakla, güneşin zatını bulmaya çalışmak afakî tefekkür misa
li
sahili olmayan dipsiz denize benzer. Ve çok zahmetlidir. Çünkü o ışığı anlamaya çalışırken asıl maksat olan güneşi bulmayı bize unutturabilir. Dolayısıyla bu
dipsiz denizde boğulmamak için, her bir parlak şeyde güneşi bulmak ve ziya, hararet gibi bütün özelliklerini anlamak daha selametli bir yoldur. Hem yankı ve yansımasını gösteren parlak bir ayna vasıtasıyla güneşi bulmak, güneşle beraber ziya, hararet, yedi rengi gibi bütün sıfat ve özelliklerinin her şeyi kuşattığını da bize gösterir ve güneşin genel vasıflarının anlaşılmasına da vesile olur.
Yukarıdaki misalde olduğu gibi
“ve lillahil meselil e’la temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i ilâhiye, her bir şeyde, husussan zihayatta, hususan insanın mahiyet ayinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vahidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar her bir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vahidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalpler Zat-ı Akdesi unutmamak için, daima vahidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor..”[16] Akl
ın kesret ve çokluktaki ihata zafiyetinden, sayısız mevcudat üzerinden kalplerin boğulmaması ve fikirlerin dağ
ılmaması için her bir mevcut üzerinden de Allah’a giden bir iz, bir öz, bir del
il ya da bir pencere açı
lmıştır. Bu yolla herkes kolay bir şekilde rabbini bulabilir.
Her şeyin yanında hazır ve her şeyin her şeyini yapanın O olduğunu ispat edebilir.
[17]
Kur’an;
“Bazen iki kelimede, meselâ ‘Rabbi’l-âlemin’ ve ‘Rabbuke’ de, Rabbuke tabiriyle ehadiyeti ve Rabbi’l-âlemin ile vahidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vahidiyeti ifade eder.”[18] Yine Kur’anın başlangıcı olan Fatiha’daki birinci ayette geçen
“Rabbi’l-âlemin” ile son sure olan Nas suresinin birinci ayetindeki “Rabbi’n-nasi” arasındaki münasebet benzerdir. “Rabbi’l-âlemin” ile vâhidiyeti, “Rabbi’n-nasi” tabiriyle ise
ehadiyeti bildirir. Rab isminin bütün âlemlerdeki tecellileri “Rabb’ül-âlemin” ismiyle nazara verildiği gibi, bu ismin insandaki tecellisi “Rabb’ün-nas”/Rabbuke ismiyle nazara verilmektedir. İnsan, bütün âlemlerdeki her türlü terbiyeleri anlamaktan aciz kalabilir, ama kendisinin hangi merhalelerden geçtiği, nereden ve ne şekilde bu mükemmel hale geldiğini tefekkürde zorlanmayacaktır.
Yukarıda anlattığımız örneklerde olduğu gibi
‘İyyake na’budu ve İyyake neste’in’ de de benzer bir durum bulunmaktadır.
Bediüzzaman,
‘İyyake na’budu ve İyyake neste’in’ de kişinin sadece kendi adına konuşmadığını, Cem’ sığasıyla zikredilen
na’budu ve neste’in’’deki zamirin üç taifeye işaret ettiğini belirtmektedir.
“Birincisi,
insanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir. İkincisi, bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Üçüncüsü, kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir”[19] diyor. Dolayısıyla bu izahtan hareketle insan, görünen ve görünmeyen bütün bu mahlûkatın Allah’a ibadetlerinin ve Allah’tan yardım istemelerinin mahiyetini tam olarak idrak edip kavraması zahmetlidir. Çünkü evrende
çok fazla varlık, hareket, olay var. Bu kadar
çokluk içinde Allah’ı tek başına ve her şeyin sahibi olarak görmek, zihni zorlar. Kâinattaki sınırsız çeşitlilik içinde Allah’ın birliğini (vahidiyet) herkes, her zaman açıkça görmeyebilir. Hatta sınırsız olan ilim, irade ile kudretin sahip olduğumuz sınırlı akıl ile kavranması imkânsız diyebiliriz. Bu nedenle
“Yalnız Sana ibadet ederiz” demek, bütün kâinattaki bütün va
rlı
kları düşündüğümüzde insanın zihninin dağılmasına sebep olabiliyor; çünkü çokluk içindeki birlik hissedilemiyor. İnsan, bu kadar çokluk içinde (gökler, yıldızlar, insanlar, canlılar) Allah'ın birliğini düşünmeye çalışırken zihni odaklanamayıp dağılabiliyor. Bunun yanında nefis ve şeytanın kesretten/çokluktan istifade ederek insanı vesvese ve desise yoluyla Allah’tan uzaklaştırıp inkâra götürmesi kesrette boğulma hususunu daha çok önemli kılıyor. İman hakikatinin azameti noktasında dar kalpli ve kısır fikirli insanları aldatarak:
“Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?”[20] diyerek insanın acizliği, ihatasızlığı ve sınırlılığı noktasında bir inkâr hissi uyandırır.
Kalp ve fikirlerin hakikatlerden uzaklaştığı bu çağımızda, hele kişiye cehalet, gaflet ve ülfet musibetinden birisi de yardım ediyorsa, bu hadsiz kesret içinden doğrudan doğruya Allah’a müteveccih olmasına kâfi gelmeyecek ve Zat-ı Ehadi düşünemeyecektir. Fikren ihata edip idrak edemediğimiz bir hadiseden, ilahî olan bir ismin tecellisini görebilmek veya düşünebilmek zordur. Bediüzzman’ın ifadesiyle
“hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakiki hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır, ta ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zat-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.”[21] Onun için vahdaniyet tecellisindeki durum, sahili bulunmayan bir deniz gibi olup aklı ve kalbi boğacağından dikkat edilmesi gerekir
. Bütün mahlûkatı bir anda düşünerek akla getirmek çok zor olduğundan bu daracık fikrimiz ile vahidiyetin bu geniş tecellisini ihata edebilmek kolay değildir. Bunun için yeryüzü genişliğinde bir kalp ve fikir lazımdır denilmiştir.
Vahidiyet, insana geniş bir perspektif sunar ancak kalbi dağıtabilir. Ehadiyet ise derinliği ve yakınlığı artırır. Her ikisini birlikte tefekkür etmek gerekir ki kulluk derinleşsin. Evet, Allah her şeyin Rabbidir. Kâinatta trilyonlarca yıldız, atom, varlık var. Elbette böyle bir tasavvur zihnimizi dağıtabilir ve içinde boğulma riski taşır. İşte tam bu noktada Ehadiyet devreye giriyor. Allah, sadece evrenin Rabbi değil, benim de Rabbimdir
. Şu anda bana bakan, beni duyan, bana cevap veren bir Zât var. Allah sadece sistemleri kuran bir yaratıcı değil, aynı zamanda
seninle birebir ilgilenen, seni gören, duyan ve seven bir Rabdir. İbadetin ruhunda da bu vardır. Sadece genel bir yaratıcıya yönelmek değil,
beni bilen, gören, duyan ve bana benden daha yakın bir Rabbe yönelmektir. Bu ise, Vahidiyetten Ehadiyete geçişle mümkündür. “Küre-i arz genişliğinde bir kalp” ise bu farkındalığın kalpte derinleşmesini temsil eder. Böylece hem fikirde genişlik hem de kalpte derinlik oluşur. Böyle bir kalp, hem vahidiyetin genişliğini hem ehadiyetin derinliğini kavrayabilir.
Bunun yanında abdin, namazda
İyyake na’budu (Biz ibadet ederiz
) hitabı ile yapmış olduğu ibadetinde, bütün atom, aza ve duyguları içinde olarak şahsı adına özel ve derin bir ibadet üzere bulunduğu ve aklın maddiyatta boğulmaması ve rabbine yakınlaşması adına gerekli olan bu durumun ihatasının daha kolay olduğu açıktır. Beş duyu organı ile beraber bütün maddi azalarını; akıl, kalp, ruh ve hayal gibi bütün manevi latifelerini; hatta atom ve hücrelerini de kastederek “biz”in içine dâhil eder ki, bu hitap sahibi, ahsen-i takvimdeki konumunu koruyarak şükr-i örfiyi eda etmiş (her azayı yaratılış gayesine uygun kullanmış
) olacaktır. Bu şekilde fıtratına uygun olanı tahakkuk ettirecektir
. Bu ise, Ehadiyet tecellisi üzerinden mümkündür.
Bediüzzaman, İşaret’ül
i’caz adl
ı eserinde; “…Eğer insan, maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedia (emanet) bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o âleme bakar…”[22] İşte bu da ancak, nazarları dağıtmadan tefekkürde bulunup rabbine yaklaşmakla olur ki, bu bilinç ve düşünce ehadiyetin tecellisidir
. Bu durum elde edildiğinde ise özeldeki ehadiyetten kesretteki vahidiyete geçilmesinde sıkıntı olmaz
. Aksine mütedahil daireler içinde Allah’ın izzet ve celali müşahede edilmiş olunur
. Manevi makam ve derece arttıkça kesretten etkilenme oranı değişecektir. ‘
İyyake na’budu’ hakikatini kendimizde yaşatacağız ki, bütün varlıkların Allah’a yaptığı ibadetin, zikir ve tesbihinin de idrakinde olarak bu niyet ile külli bir ibadet yapmış olabilelim.
Ben’in içinde olmadığı bir
Biz olabilir mi? ‘ Vazifemizi hakkıyla yerine getirmede ve Allah’a ulaşmada bizlere kâfi gelebilir mi?
Geniş kâinatın sonsuzluğunda (vahidiyet) kaybolmamak, Allah’ın her varlıkta ayrı ayrı tecelli eden (ehadiyet) yönünü idrak etmekle mümkündür. Bu farkındalık “küre-i arz genişliğinde bir kalp” yani hem geniş düşünebilen hem de kalbini dağıtmadan derinleşebilen bir anlayış gerektirir. Böylece akıl ve kalp, hem bütünün birliğini hem de bireysel özel bağlantıyı birlikte kavrayabilir. Allah’ı gerçekten tanımak ve O’na bilinçli kulluk edebilmek için, kâinattaki çoklukta kaybolmadan, içindeki birliği ve ardından Allah’ın her şeydeki varlığını görebilmekle olur.
Vahidiyet ve Ehadiyet üzerine derin bir tefekkür içeren bu soruya verdiğimiz cevabı takiben, soruyu soran kardeşimizin metni tekrar okuyup üzerinde titizlikle düşünmesinin, konudan alacağı istifadenin artmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyim.
Çalışmak bizden, Muvaffakiyet Allah’tandır. Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz!
Abdulkadir Kurşun
07.08.2025
[1] BSN, Zehra Yayıncılık, Mektubat 317, https://zehra.com.tr
[2] BSN, Zehra Yayıncılık, Mektubat 318, https://zehra.com.tr
[3] BSN, Zehra Yayıncılık, Mektubat 317, https://zehra.com.tr
[4] BSN, Zehra Yayıncılık, Mektubat 318, https://zehra.com.tr
[5] BSN, Zehra Yayıncılık, Mektubat 317, Lem’alar 124.s, Şualar 193.s,https://zehra.com.tr
[6] Rum suresi: 22. ayet
[7] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 128.s. https://zehra.com.tr
[8] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 128.s. https://zehra.com.tr
[9] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 124.s. https://zehra.com.tr
[10]BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 123-124.s. https://zehra.com.tr
[11]BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 124.s. https://zehra.com.tr
[12]BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 127.s. https://zehra.com.tr
[13] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 127.s. https://zehra.com.tr
[14] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 128.s. https://zehra.com.tr
[15]BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 124.s. https://zehra.com.tr
[16]BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 124.s. https://zehra.com.tr
[17]BSN, Zehra Yayıncılık, Şualar 193.s,https://zehra.com.tr
[18]BSN, Zehra Yayıncılık, Sözler 565.s. Asa-yı Musa 76 s, https://zehra.com.tr
[19] BSN, Zehra Yayıncılık, işaret’ül-İ’caz 30. s. https://zehra.com.tr
[20] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 113.s. https://zehra.com.tr
[21] BSN, Zehra Yayıncılık, Lem’alar, 128.s. https://zehra.com.tr
[22] BSN, Zehra Yayıncılık, işaret’ül-İ’caz 26-27. s. https://zehra.com.tr
Yorum Yap