Son zamanlarda bazı çevrelerde, İslâm’ın büyük müceddidi Bediüzzaman Said Nursî’ye yönelik asılsız ithamlar tekrar gündeme getirilmiştir. Bunlardan biri, Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in Lalegül TV'de yaptığı konuşmasında sarf ettiği mesnetsiz ve yakışıksız sözlerdir. Bediüzzaman’ı “masonlukla” ilişkilendirmek gibi son derece ağır, delilden yoksun ve maksatlı ifadeler, sadece tarihî bir kişiliğe değil, aynı zamanda onun arkasında şekillenen büyük bir ilmî ve imanî mirasa da saygısızlıktır. Hele bunu kullandığı “seleflerim” sözüyle gerekçelendirmesi yaklaşımı, Bediüzzaman’ın entelektüel sürecini ve tarihî konumunu anlamaktan uzak, yüzeysel ve hatalı bir değerlendirmedir. Bediüzzaman’ı sadece bir söylemi nedeniyle yargılamak doğru değildir. Bir söz söylenirken; kim söylediği, kime söylediği, ne amaçla söylediği, genel mi yoksa özel bir durum mu olduğu, hangi zaman ve mekânda söylendiği gibi hususlar dikkate alınmadan hüküm vermek vebaldir.
Bu yazının amacı, hem bu iddialara ilmî ve ahlâkî zeminde cevap vermek, hem de Bediüzzaman’ın seleflerinden etkilenme boyutunu gerçekçi bir zemine oturtarak, aynı zamanda onun iman ve Kur’an mücadelesindeki özgünlüğünü ortaya koymaktır.
İddiaların Dayanaksızlığı ve Ciddiyetsizliği
Bediüzzaman’a "mason" demek, hem tarihî gerçeklere hem de belgeli biyografik kayıtlara aykırıdır. Üstad, hayatı boyunca masonluk gibi karanlık yapılanmalara karşı mücadele etmiş, bu yapılarla içli dışlı olan çevrelerin hedefi olmuştur. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’deki vazifesi sırasında İngilizlerin ve mason çevrelerin tepkisini çekmiş, bu yüzden fişlenmiş ve defalarca tehdit edilmiştir.
Dârü’l-Hikmet azasından Sadrazam Saadettin Paşa’nın
“Kat’i bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız, diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”[1] uyarısı ile kendisine bir “komitenin” suikast planladığı bildirilmiş, Üstad ise bu tehdide karşı sadece
“Ecel birdir, tagayyür etmez” diyerek cevap vermiştir.
Bediüzzaman’ın eserleri dikkatli bir nazar ile okunduğunda bu iddianın ne kadar asılsız, ciddiyetsiz ve dayanağı olmayan bir safsatadan ibaret olduğu görülecektir. Mason ya da gizli komitelerin hükümet ile adliyeyi iğfal ederek kendileriyle uğraştırdıklarına dair onlarca beyanının yanında şu iki ifadesini özellikle kaydetmek istiyorum. Birincisi;
“Dehşetli masonlar insafsız bir masonu bana musallât eylemişler. Tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı “Artık yeter” dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı ilâhî eseri olarak şakirane sabrediyorum ve etmeğe de karar verdim…” [2] İkincisi de:
“…Benden kusurum için sıkılan elbette münafık masonlara yanaşır. Evet, yol şimdi bizim için ikidir. Bir veli dahi bize hücum etse bilmeyerek masonlara yardımcı olur.”[3] İfadesidir ki Bediüzzaman’ın durduğu yeri göstermek bakımından başka söze hacet bırakmadığını düşünüyorum
.
Kırk yıl boyunca sürgün, hapis, işkence, zehirlenme ve tarassutlara maruz kalmış, tüm bunlara rağmen teslim olmamış bir aksiyon ve iman kahramanına iftira atmak, sadece ilmî değil, aynı zamanda vicdanî bir sorumluluk doğurur.
“Seleflerim” Sözü ve Bediüzzaman’ın Özgünlüğü ile Fikri Bağımsızlığı
Bediüzzaman’ın,
Divan-ı Harb-i Örfî’de bir manifesto niteliğindeki savunmasında sarf ettiği
“Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o, Kürdleri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürdler, o zamandaki Kürdlerdir. Bu meselede seleflerim Cemaleddin-i Efganî, Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Suavî, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey ve Sultan Selim'dir..”[4] ifadesi, onun fikrî müktesebatının kaynaklarını anlamada kritik önemdedir. Ancak bu söz, “onların tüm fikirlerini savunuyorum” ya da “onların her yönünü kabul ediyorum” anlamına gelmez.
Bu meselede seleflerim derken sadece ittihad-ı İslam meselesindeki fikirlerini kabul ettiğini ifade etmektedir.
Bu şahsiyetler, Bediüzzaman’ın savunduğu bazı temel kavramlarda
öncü olmuş, ama Bediüzzaman bu fikirleri
imanî bir zemine oturtarak kendi özgün yorumunu geliştirmiştir. Bediüzzaman’ın “seleflerim” dediği kişilerle bazı ortak noktaları olmakla birlikte, onun düşünce dünyası
tamamen Kur’anî temellere ve iman esaslarına dayanır. Risale-i Nur Külliyatı, İslâm tarihinde benzeri zor bulunur derecede
sistemli bir iman tefsiridir.
Bediüzzaman, modern zamanların meydan okumalarına Kur’an’dan aldığı nurla cevap vermiş, akıl-vahiy bütünlüğü içinde bir metodoloji ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ondan önce gelen bazı şahsiyetlerden etkilenmesi tabii olmakla birlikte,
onların fikirlerini bire bir takip ettiği manasına gelmez. Aksine eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeniden inşa etmiştir.
Etkilendiği Bazı Şahsiyetler ve Ortak Noktalar
Hoca Tahsin Efendi: Pozitif bilimlerle dinî ilimleri meczeden ilk Osmanlı aydınlarından biri olan Hoca Tahsin, eğitimde reformu savunmuş, fakat bu yüzden “Mösyö Tahsin” ya da “Gâvur Tahsin” gibi ithamlara uğramıştır. Bediüzzaman da aynı şekilde pozitif ilimlerin okutulmasını savunmuş, ancak bu ilimlerin imanla bütünleştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada Tahsin Efendi, bir “fikrî öncü” olarak Üstadın dikkatini çekmiştir.
Ali Suavi: Osmanlı’nın çöküşüne karşı mücadele eden, meşrutiyeti savunan, aksiyon adamı ve entelektüel olan Ali Suavi, dinî değerlerle siyasî reformları uzlaştırmaya çalışmıştır. Bediüzzaman’ın da meşrutiyeti şer’an savunması, keyfî idare yerine “kanun hâkimiyetini” önermesi Ali Suavi ile ortak bir çizgide buluştuğunu göstermektedir.
Cemaleddin Efgani: 19. yüzyılın fikir ve siyaset insanlarından olup çok cevval bir müslüman aktivist ve mütefekkirdir. İslam modernizminin koruyucularından, Ümmet fikrinin savunucularından olan Afgani, bütün ülkelerde İslam birliğinin tesisi, Doğu’nun tekrar ayağa kalkması Avrupa medeniyetine karşı İslam medeniyetinin savunması, zamana göre İslami metinlerinin yorumlaması, pozitif ilimlerinin dini ilimleri ile beraber okutulması gibi devrim niteliğinde çalışmalar yapmıştır. İslam dünyasının uyanışı, İslam Birliği ve hurafelerden arınmış bir din anlayışı için mücadele eden Afgani, emperyalizme karşı çıkmış, ancak farklı zamanlarda farklı ithamlarla karşı karşıya kalmıştır. Masonluğu tanımak için içine girmiş, ardından “Ben bunları adam sanmıştım” diyerek ifşa etmiştir. Onun fikirleri, Bediüzzaman’ın üzerinde etki bırakmıştır.
[5]
Muhammed Abduh: Tefsir çalışmaları, eğitim reformları ve istibdada karşı tavrıyla tanınan Abduh, Afgani'nin izinden gitmiş, zamanla siyasî mücadeleden çekilip ilmî alanlara yönelmiştir. Bediüzzaman da ilim ve irfanla ıslahı önceler, ancak Abduh ’tan farklı olarak iman hizmetini siyasetin önüne koymuştur.
Namık Kemal: Hürriyet, vatan ve meşrutiyet kavramlarının fikir babası olan Namık Kemal, özgürlükçü çizgisiyle dikkat çekmiştir. Bediüzzaman,
“…tâ o vakitte, meşhur Kemal'in “rüya”sıyla uyandım.”[6] İfadesiyle ondan etkilendiğini dile getirmiş, ancak hürriyetin sadece siyasî değil, hakikî hürriyetin ancak İslâmiyet’te bulunduğunu ifade ederek bu kavramı derinleştirmiştir.
Sonuç olarak; Bediüzzaman Said Nursî, yüzeysel değerlendirmelerle veya bağlamından koparılmış ifadelerle yargılanamayacak kadar büyük bir mütefekkirdir. Onun, bazı şahsiyetleri “selef” olarak anması, onlardan birebir etkilenmekten ziyade
kendi Kur’anî mücadelesine zemin teşkil eden bazı fikrî çizgilerde benzerlikleri işaret etmektedir. Risale-i Nur, her şeyden önce
sadece bir fikir sistemi değil, aynı zamanda bir
iman hareketidir.
Bediüzzaman, modern zamanların bunalımlarına Kur’an merkezli çözümler üretmiş, hiçbir güce boyun eğmemiştir. Böyle bir şahsiyeti,
hakikatle ilgisi olmayan, mesnetsiz ithamlarla lekelemeye çalışmak, hem ilme hem tarihe hem de dine karşı büyük bir saygısızlıktır. Bediüzzaman’a yönelik haksız ve temelsiz eleştiriler yerine, onu olduğu gibi özgünlüğüyle birlikte değerlendirmek en sağlıklı yaklaşımdır.
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman’ın mücadelesi sadece geçmişte kalmış bir dava değil, bugün hâlâ canlı olan bir iman ve hakikat davasıdır. Onu tanımak ve davasını anlamak isteyenler, gizli ajandalar, iftiralar veya şahsî menfaatlerle değil, kalbî sadakatle yaklaşmalıdır.
İftiralardan uzak, hakikati anlamaya yönelik samimi bir yaklaşımın hâkim olması temennisiyle Allah’a emanet olunuz.
Mahmut POLAT
18.09.2025
[1] B.S.N. Zehra Yayıncılık, Emirdağ Lahikası, 142.s, https://zehra.com.tr
[2] B.S.N. Zehra Yayıncılık, Şualar, 383.s, https://zehra.com.tr
[3] B.S.N. Zehra Yayıncılık, Şualar, 374.s, https://zehra.com.tr
[4] B.S.N. Zehra Yayıncılık, İçtimai Dersler, 16.s, https://zehra.com.tr
[5] B.S.N. Zehra Yayıncılık, İçtimai Dersler, 139.s, https://zehra.com.tr
[6] B.S.N. Zehra Yayıncılık, İçtimai Dersler, 139.s, https://zehra.com.tr
Yorum Yap